Hz. Muhammed’in (sas) Peygamber Olarak Gönderildiği Ortam

Hz. Peygamber’in hayatı, kişiliği ve faaliyetleri ile ilgili bölümlere geçmeden önce, onun içinde doğduğu, yetiştiği, kendisine peygamberlik görevinin verildiği ve İslâm’ı tebliğ ettiği ortamın coğrafî, etnik, sosyal, kültürel, ekonomik ve dinî yapısının ortaya konulması gerekir. Bu bölüm kaleme alınırken onun peygamberlik dönemindeki faaliyetlerinin daha iyi tanınmasına, anlaşılmasına ve temellendirilmesine yardımcı olmak amaçlanmıştır. Meselâ Arap Yarımadası’ndaki siyasî durum ele alınırken Hz. Peygamber’in faaliyet gösterdiği ve ilişki kurduğu bölgelerdeki siyasî yapının tespitine çalışılmıştır.

1. Coğrafî Durum

Arap Yarımadası, özellikle Hicaz bölgesi, Hz. Peygamber’in doğduğu, yaşadığı ve vefat ettiği yer olması dolayısıyla İslâm tarihi açısından çok önemlidir. Arap Yarımadası, Asya, Afrika ve Avrupa’nın kesiştiği önemli bir noktada bulunur. Doğuda Basra ve Umman körfezleri, güneyde Hint Okyanusu ve batıda Kızıldeniz ile çevrilidir. Güneyde Bâbü’l-Mendeb Boğazı ile Afrika’dan ayrılırken, kuzeyde Süveyş Kanalı ile bu kıtaya birleşir.

Arap Yarımadası’nın batı kesiminde, Kızıldeniz kıyısında genişliği yer yer 80-100 kilometreyi bulan dar bir kıyı ovası olan Tihâme yer alır. Tihâme’nin doğusunda Hicaz bulunur. Hicaz, Şam’dan Necran’a kadar uzanan dağları yer yer kesen vadilerden meydana gelir. Bölge, batısında yer alan Tihâme ile doğusundaki Necid’i birbirinden ayırdığı için Hicaz adını almıştır. Fakat genelde Hicaz denilince, Tihâme’yi de içine alan geniş bölge kastedilir. Mekke, Medine ve Taif, Hicaz’ın önemli şehirleridir. Hicaz’ın doğusunda ve Arap Yarımadası’nın orta kesiminde Necid platosu yer alır. Necid’in güneydoğu kesiminde Yemâme bulunur. Yemâme ile birlikte Bahreyn’e el-Arûd adı verilir. Necid platosu, kuzey, doğu ve güneyden çöllerle kuşatılmıştır. Hicaz’ın ve Arap Yarımadası’nın batı kesiminin güneyinde Yemen vardır. Yemen bölgesinin kuzey kısmında Necran, orta kısmında San’a ve güneyinde Taizz yaylaları meşhurdur. Yemen’in doğusunda, dağlık olan ve dağlık olduğu kadar da vadilerle yarılmış bölgeye Hadramut adı verilir. Hadramut’un ve hatta Arap Yarımadası’nın en doğu kısmında Umman yer alır. Umman’ın batısında ve kuzeybatısında Irak hudutlarına kadar uzanan bölgeye Bahreyn veya Hecer adı verilir. Yarımadanın kuzey kesiminde Nüfûd, güney kesiminde ise Rubu’l-Hâlî adı verilen çöller bulunur. Bu iki büyük çölü birbirine bağlayan dar bir şerit halinde Dehnâ Çölü vardır.

Arap Yarımadası’nın Asya kıtası ile birleşen kuzey kesiminde, sınır teşkil edecek coğrafî bir unsura rastlanmadığı için kuzey sınırı hakkında farklı görüşler mevcuttur. Suriye ve Irak bölgelerini de Arap Yarımadası’ndan sayanlar vardır. Suriye ve Irak, coğrafî açıdan Arap Yarımadası’ndan sayılmasa bile, etnik açıdan sayılabilir. Çünkü İslâm’ın doğuşundan önce bu bölgelerde Araplar oturuyorlardı; İslâm’ın doğduğu sıralarda da Suriye ve Irak’ta Araplar tarafından kurulmuş devletler bulunuyordu. Bölgede çeşitli Arap kabileleri yaşamaktaydı. İslâm öncesinde, Hz. Peygamber döneminde ve daha sonra dört halife devrinde Müslümanlarla bu bölgelerin halkı arasında sıkı ilişkiler bulunuyordu.

İslâm’ın doğuşuna yakın tarihlerde Arabistan’daki meşhur şehirler şunlardır: Mekke, Taif, Yesrib, Yenbû, Cüreş, San’a, Hicr, Hayber, Suhâr, Debâ, Dûmetülcendel, Fedek, Teymâ, Vâdi’l-Kurâ ve Maknâ…1

2. Siyasî Durum

İslâm’dan önce Arap Yarımadası’nda belli bir siyasî sistemin varlığı bilinmemektedir. Yarımadanın tamamını hakimiyeti altında tutan merkezî bir idare mevcut olmamıştır. Ancak yarımadanın kuzey doğusunda Hîreliler, kuzeybatısında Gassâniler, güneyde Yemen’de Sebe’ ve Himyer krallıkları gibi devletler kurulmuştur. Diğer yerlerde kabileler müstakil bir şekilde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Himyerîlerin son dönemlerinin Mekke ile yakın alakası bulunduğundan, kitabımızda Yemen’de kurulan krallıkları sonraya bırakmayı düşündük. O nedenle önce Kuzey Arabistan’da kurulan devletleri ele alacağız.

a) Kuzey Arabistan

Nabatîler: M. Ö. IV. yüzyıldan m. 106 yılına kadar Filistin’in güneyinde, Akabe Körfezi ile Lût Gölü arasındaki Edom bölgesinde Nabatî Krallığı hüküm sürmüştür. Krallığın merkezi önceleri, bugün bile harabeleri meşhur olan Petra şehriydi. Daha sonra Fırat nehri ile Kızıldeniz arasında geniş bir alana yayılan Nabatîler, Kuzey Hicaz’a bile hakim olmuşlardır. Putperest olan Nabatîler, Roma İmparatorluğu ile çöl arasında bir tampon görevi üstlenmişlerdir. Bu arada Arap Yarımadası’nın kuzeyi ile güneyi arasındaki kervan ticaretini ele geçirerek zenginleşmişlerdir. Roma İmparatorluğu ile Nabatîler arasında çeşitli siyasal ve ekonomik sebepler yüzünden M.S. I. yüzyılın ikinci yarısında anlaşmazlıklar çıkmış, sonunda İmparator Traianus (saltanatı: M.S. 98-117) 106 yılında Nabatî Krallığı’na son vermiştir. Bununla birlikte Romalılar, Akabe Körfezi’nin güneyine inememişlerdir. Bu nedenle Hicaz’ın kuzeyinde küçük bir Nabatî Devleti kalıntısı bir müddet daha devam etmiştir. Nabatî tüccarlardan Yesrib’e yerleşenler olmuştur. Hatta Hz. Peygamber devrinde Medine’de bir Nabat Pazarı (Sûku’n-Nabat) nın mevcut olduğu bilinmektedir.2

Tedmürlüler: Ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinemeyen, ancak M.Ö. I. yüzyıldan itibaren mevcut olduğu anlaşılan Tedmür Krallığı özellikle Nabatî Krallığı’nın ortadan kalkmasıyla gelişmiştir. Krallığın merkezi olan Tedmür şehri, Şam’ın 260 km. kuzeydoğusunda ve Fırat nehrinin 140 km. batısında yer alır. Tedmürlüler, zaman zaman Romalıların saldırılarına maruz kalmışlar, bazen de onlarla birleşerek Sâsânîlere saldırmışlardır. Son olarak Romalılar karşısında yenilgiye uğramışlardır. Roma İmparatoru Orelyan, 273 yılında şehre girerek yağma ettirmiş ve pek çok kişiyi öldürtmüştür. Tedmür, bu olaydan sonra bir daha toparlanamamış ve ülkede ticaret gerilemiştir. Bundan sonra şehirde Hristiyanlık yayılmaya başlamış, İslâm fetihlerine kadar üç yüz yıldan fazla Roma hakimiyetinde kalmıştır. İmparator Jüstinyen (saltanatı: 527-565), burayı Araplara karşı bir garnizon haline getirerek şehrin surlarını inşa ettirmiş ve bir de kilise yaptırmıştır. Tedmür 634 yılında İslâm komutanı Halid b. Velid’e teslim olmuştur.3

Gassânîler: Tedmür Krallığı’nın M.S. III. yüzyılın sonlarına doğru gücünü kaybettiği sıralarda Kuzey Arabistan’da iki devlet güçlenmeye başladı. Bunlar, Me’rib Barajı’nın yıkılması üzerine güneyden kuzeye göç eden Araplar tarafından kurulmuş olan Gassânîler ile Hîrelilerdir. Gassânîler, Roma İmparatorluğu’na bağlı olarak Suriye’de, Hîreliler de Sâsânîlere bağlı olarak Irak’ta hüküm sürmüşler ve İslâm’ın doğuşuna dek varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Aslen Kahtânîlere mensup olan ve 200-636 yılları arasında hüküm süren Gassânîler, III. yüzyılın başlarında Suriye taraflarına gelerek, Gassan suyu kenarına yerleştiler. Yerleştikleri yere nisbetle bunlara Gassânîler; reisleri Cefne’ye nisbetle de Cefneoğulları, Cefne ailesi (Âlu Cefne) denilir. Gassânîler bir müddet sonra bölgeye hakim oldular; Romalıların tesiri ile Hristiyanlığı kabul ettiler ve Bizans kültürünün etkisi altına girdiler. İslâm’ın doğuşuna kadar Bizans İmparatorluğu’nun uydusu olarak varlıklarını devam ettirdiler. Romalılar güney sınırlarını hem bedevî akınlarına, hem de Sâsânîlere karşı koruyabilmek için Gassânîleri desteklediler. Gassânîler Hîrelilerle sık sık savaştılar.

Suriye ve Filistin’in 613-614 yıllarında İran Şahı Hüsrev Perviz tarafından ele geçirilmesi ile birlikte Gassânîlerin çöktüğü ve gücünü kaybettiği görülmektedir. Bizanslıların 628’de İranlıları mağlup ederek Suriye ve çevresini geri almasından sonra Gassânîler güçsüz ve önemsiz bir duruma düştüler. Hz. Peygamber zamanında Gassânîlerin siyasî bir bütünlüğe sahip olmadığı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’in Gassânî emîrlerinden Hâris b. Ebû Şemir’e İslâm’a davet mektubu gönderdiği bilinmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber 8/629 yılında Hâris b. Umeyr’i adı tespit edilemeyen Busrâ emîrine elçi olarak göndermiş; Hâris, Gassanî emîrlerinden Şurahbil b. Amr tarafından Mûte’de öldürülünce Mûte Seferi’ni tertiplemiştir. Daha sonra da, Gassânîlerden gelebilecek saldırı tehdidine karşı Tebük Seferi düzenlenmiştir. Gassânîlerin son kralı Cebele b. Eyhem’dir. O, Yermük Savaşı’nda (15/636) İmparator Herakleios tarafından Bizans ordusu içinde yer alan on iki bin kişilik Hristiyan Arapların başına komutan tayin edilmiş ve Müslümanlara karşı savaşmıştır. Yermük Savaşı’nda Bizans ordusunun mağlup olması, Gassânîlerin de sonunu getirmiştir. Cebel b. Eyhem’in Yermük yenilgisi üzerine kabilesiyle birlikte kendi topraklarına çekilip Hristiyan olarak öldüğü söylendiği gibi; Müslüman olduğu ve Hz. Ömer’e gelerek İslâm’ı kabul ettiği; ancak bir müddet sonra irtidat ederek Bizans bölgesine gittiği de söylenmektedir.4

Hîreliler: Kûfe’nin yaklaşık beş kilometre güneyinde yer alan başkentleri Hîre’ye nisbetle bunlara Hîreliler denildiği gibi, III. yüzyılda güneyden gelen Lahm kabilesine mensup oldukları için Lahmîler de denilmektedir. Sâsânîlerin uydusu olan Hîreliler, bu devleti göçebe Arapların saldırılarına karşı korurlar, Bizans’a tâbî bir krallık olan Gassânîlerle sık sık savaşırlardı. Hîrelilerin meşhur krallarından birisi olan Numan b. Münzir (saltanatı: 586-613) Sâsânî hükümdarı tarafından atıldığı hapishanede öldü. Hîre Krallığı bundan sonra doğrudan Sâsânîlerin merkezine bağlı bir valilik haline getirildi. Devlet başkanlığına Tağlib kabilesinden İyâs b. Kabîsa, onun yanına da murakıp olarak da İranlı bir memur tayin edildi. Bu duruma öfkelenen Bekir b. Vâil kabilesi ile, Sâsânîler ve müttefikleri olan Hîreliler arasında meşhur Zû-Kâr Savaşı meydana geldi. Bu savaşta Sâsânîler yenildiler. Bundan sonra Hîre yine Sâsânîlere bağlı olarak yönetildi. Tarihçiler son Hîre kralı olarak Münzir b. Numan’ı gösterirler. Münzir’in idaresi Halid b. Velid’in Irak fetihlerine kadar sürmüş ve Hîre şehri 12/633 yılında Halid b. Velid’e savaşılmadan cizye karşılığında yapılan bir antlaşma sonucu teslim olmuş, yapılan antlaşmada kendilerine can ve mal güvencesi verilmiş, dinlerini rahatça yaşayabilecekleri hususu karara bağlanmıştır.

Mekke’de oturan Kureyş kabilesinin Hîre ile ticârî ilişkileri vardı. Meselâ, Mervan’ın babası Hakem b. Ebü’l-As’ın Hîre’den ıtriyat getirip sattığı, Hz. Ömer’in de İslâm öncesinde Hîreli Ka’b b. Adiy ile ortak ticaret yaptığı söylenmektedir. Arap Yarımadası’nda yazının Enbar’dan Hîre’ye geçtiği, burada geliştiği ve yarımadanın diğer bölgelerine yayıldığı, hatta Mekke’ye bile buradan geldiği bilinmektedir.

Putperestlik, Hristiyanlık, Yahudilik, Mecusîlik, Maniheizm ve Mazdeizm’in yaygın olduğu Hîre’ye Nastûrî Hristiyanlığı erken dönemlerden itibaren girmeye başlamıştır. Hîreliler başlangıçta putperest idiler. Mazdek mezhebi onlar arasında taraftar bulamamıştır. Daha sonra buraya Hristiyanlık girmiştir. Hîre krallarının ne zaman Hristiyanlığı kabul ettikleri hususunda farklı görüşler mevcuttur. Buranın IV. yüzyılın başlarından itibaren bir piskoposluk merkezi olduğu bilinmektedir. Yine aynı yüzyılın ortalarında Hîre’de Nastûrî kilisesine mensup bir Hristiyan topluluk mevcuttu. VI. yüzyılın ikinci yarısında hüküm süren Amr b. Hind’in annesi, Gassanlı bir Hristiyan prenses idi ve şehirde bir manastır yaptırmıştı. Aynı yüzyılın sonuna doğru Numan b. Münzir resmen Hristiyanlığı kabul etti. Bunun üzerine, daha önce de belirtildiği gibi, Sâsânî hükümdarı tarafından hapse atıldı.5

b) Güney Arabistan

Himyerîlerden Önce Yemen: Yemen’de M.Ö. 1400 ile 650 yılları arasında Maînliler hüküm sürmüşlerdir. Maîn Krallığı’nın merkezi San’a’nın doğusunda harabeleri bulunan Maîn şehri idi. Maînliler daha ziyade ticari hayata önem verirler, Arabistan mahsulleriyle Hindistan ve Çin’den gelen malları Mısır, Filistin ve Suriye’ye satarak büyük gelir elde ederlerdi.6

Yemen’de Maîn Krallığı’ndan sonra Sebe Krallığı kurulmuştur. Sebelilerin başşehri başlangıçta Sirvâh, daha sonra da San’a’nın kırk kilometre doğusunda bulunan Me’rib idi. Tarım ve ticaretle uğraşan Sebeliler barajlar inşa etmişlerdir; örneğin Me’rib Barajı çok ünlüdür. M.Ö. 750-115 yılları arasında hüküm süren Sebe Krallığı, Himyerîler tarafından yıkılmıştır.7

Himyerîler: Kahtânî Araplarından olan Himyerîler, başlangıçta, sonraları Zafâr adıyla bilinen Reydân’da oturuyorlardı. Daha sonra Sebelilere karşı galibiyet elde edip, onların topraklarını hakimiyet altına aldılar. Kısa süre sonra Hadramut’u da ele geçirdiler. Maînliler ve Sebelilerin aksine savaşçı bir millet olan Himyerîler, İranlılarla ve Habeşlilerle mücadele etmişlerdir. Himyerî krallarından bazıları, kuvvetli ve kudretli anlamına gelen “tubba’ ” lakabıyla anılırlar. Himyerîler M.Ö. 115 ile m. s. 525 tarihleri arasında hüküm sürmüşlerdir.

Himyerîler, IV. yüzyılın ortalarında, yarım yüzyıla yakın Habeş hakimiyetini kabul etmek zorunda kaldılar. Fakat 374 yılında tekrar bağımsızlıklarına kavuştular. Bu sırada bölgede Yahudilik ve Hristiyanlık rekabet halinde bulunuyordu. Hristiyanlık, bölgede Habeşlilerin kurdukları geçici hakimiyet döneminde IV. yüzyılda buraya girdi. Roma İmparatorluğu’nun 395 yılında ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma (Bizans) imparatorları siyâsî nüfuz ve ticârî faaliyetlerini genişletmek amacıyla Hristiyanlığı Arap Yarımadası’nda yaymak için büyük çaba sarfettiler. Bu amaçla Aden ve Necran taraflarına papazlar gönderdiler ve Necran’da bir de manastır yaptırdılar.

Yahudilik ise tüccarların kuzeye yaptığı seyahatlerde Yahudilerle ilişkileri sonucu Yemen’e girdi. Hatta Himyerî kralı Zûnüvâs Yahudiliği kabul etti ve Yosef adını aldı. Arap Yarımadası’ndan Hristiyanlığın kökünü kazımak için Necran üzerine yürüdü. Zûnüvâs, yerli Hristiyanların Hristiyan Habeşlilerle siyâsal bütünleşme arzusu taşıdığına inanıyor, hepsini vatan haini sayıyordu. O nedenle Necranlıları, Hristiyanlığı terke ve Yahudiliği kabule zorladı. Kabul etmeyenleri Uhdûd adı verilen içi ateş dolu çukurlara atarak diri diri yaktı. Başkanlarını öldürdü, mallarını, yağmaladı, İncilleri yaktı ve kiliselerini yıktı. Ateş çukurlarına atılanların dört bin veya yirmi bin kişi olduğu söylenir (523). Kur’an-ı Kerim’in Bürûc Sûresi’nde8 bu olaya işaret edildiği kabul edilir. Şayet Bürûc Sûresi’nde işaret edilen bu olay ise, hendeklere doldurulup yakılan bu Hristiyanların tevhid inancına sahip oldukları anlaşılmaktadır. Çünkü adı geçen sûrede bu kimseler “mü’minler” olarak tavsif edilmekte ve onlardan “Allah’a inandıkları için intikam alındığı” bildirilmektedir. İslâm’ın doğduğu sırada Himyerî melikleri mahallî küçük emirlikler halinde varlıklarını sürdürüyorlardı.9

Yemen’de Habeş Hakimiyeti: Zûnüvâs’ın katliamından kurtulan bir şahıs, Habeş hükümdarına giderek felaketi haber verdi ve ondan yardım talep etti. Habeş hükümdarı, Eryât adlı şahsın komutasında içinde meşhur Ebrehe’nin de bulunduğu yetmiş bin kişilik bir orduyu Zûnüvâs üzerine gönderdi. Yapılan savaşta Zûnüvâs yenildi ve atını denize sürerek intihar etti veya kaçmak isterken denizde boğuldu (525). Onun ölümüyle Himyerî Devleti de son buldu. Eryât, Yemen’i istila ederek burayı Habeşistan’a bağlı bir eyalet haline getirdi; böylece yaklaşık elli beş yıl devam edecek olan Habeş hakimiyeti başlamış oldu. Bu suretle Yemen’e kurtarıcı olarak gelmiş olan Habeşliler istilacı olarak kaldılar. Ancak, bununla birlikte, yukarıda da söylendiği gibi Himyerî melikleri Hz. Peygamber zamanına kadar mahallî küçük emirlikler halinde varlıklarını korumuşlardır.

Bu arada Eryât ile Ebrehe arasında anlaşmazlık çıkması sonucu halkın desteğini de sağlayan Ebrehe, Eryât’ı öldürerek Yemen’in idaresini eline geçirdi (537). Habeş hükümdarı yeni bir iç savaşa meydan vermemek için, kendisine bir mektup yazarak itaatını arzeden Ebrehe’nin Yemen valiliğini onayladı. Ebrehe, San’a’da meşhur Kulleys tapınağını yaptırarak bütün Arapların burayı ziyaret etmesini istedi. Onun bu hareketi Arapların tepkisine yol açtı; Kinâne kabilesinden bir şahıs tapınağa girerek pisledi. Buna kızan Ebrehe, Kâbe’yi tahrip etmek gayesiyle önünde filler bulunan bir orduyla Mekke üzerine yürüdü. el-Muğammes denilen yerde karargâh kurdu. Ebrehe ile Kureyşliler arasındaki görüşmeler burada yapıldı. Ebrehe’nin süvarileri Mekke’ye kadar sokularak Kureyş’in ve diğer kabilelerin mallarını yağmaladılar; bu arada Hz. Muhammed (s.a.s.)’in dedesi olan Abdülmuttalib’in de iki yüz devesini götürdüler. Kureyş, Hüzeyl, Kinâne ve diğer bazı kabileler birleşerek Ebrehe’ye karşı savaşmayı düşündülerse de başa çıkamayacaklarını anlayınca vazgeçtiler. Bu arada Ebrehe, Abdülmuttalib’le görüşmek istediğini bildirdi. Abdülmuttalib, Ebrehe’ye gelerek el konulan develerini istedi. Ebrehe onun bu tutumunu hayretle karşıladı. Fakat Abdülmuttalib kendisinin develerin sahibi olduğunu, Kâbe’nin de koruyacak bir sahibi bulunduğunu söyledi; Ebrehe’nin huzurundan ayrılarak doğruca Kâbe’ye gitti ve Allah’a dua etmeye başladı.

Kâbe’yi tahrip etmekten vazgeçmesi için yapılan bütün teklifleri reddeden Ebrehe, ordusuna hücum emri verdi. Ancak ordunun önünde bulunan büyük fil yerinden kımıldamadı. Ordunun büyük bir kısmı, Kur’ân-ı Kerim’de10 de belirtildiği gibi akın akın gelen ve başlarına taş yağdıran Ebâbîl kuşları tarafından imha edildi. Canını zor kurtaran Ebrehe, yaralı olarak Yemen’e döndü ve kısa süre sonra da öldü (571).

Yemen bölgesinde Yahudilik ve Hristiyanlık halkın tümü tarafından benimsenmemiştir. Nitekim halkın çoğu İslâm’ın doğuşuna dek putperest olarak kalmıştır. Bazı kabilelerin özel putları mevcuttu. Şu kadar var ki Kâbe kutsal bir yer olarak tanınıyor ve hac mevsiminde ziyaret ediliyordu.

Yemen’de Sâsânî Hakimiyeti: Ebrehe’nin ölümünden sonra yerine geçen oğullarının halka zulmetmeleri üzerine Himyerî krallık ailesinden Seyf b. Zûyezen, Sâsânî hükümdarı Enûşirvân’dan yardım istedi. Enûşirvân’ın, Vehriz adlı bir şahsın komutasında gönderdiği ordu, Yemen’de Habeş hakimiyetine son vererek Seyf b. Zûyezen’i iktidara geçirdi. Bu arada Abdülmuttalib b. Hâşim başkanlığında bir Kureyş heyeti de Seyf b. Zûyezen’i tebrik etmek maksadıyla Mekke’den Yemen’e gitti. Sâsânî ordusunun Yemen’den çekilmesinden hemen sonra Seyf b. Zûyezen, bir Habeşli tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Enûşirvan, aynı komutanın idaresinde bir ordu daha gönderip, bu defa Yemen’i Habeşlilerin elinden tamamen alarak Sâsânîler’e bağlı bir vilayet haline getirdi. Vehriz, Sâsânî valisi olarak bölgede Kisrâ adına vergi topladı. Vehriz’den sonra San’a’da sırasıyla Merzubân, Teynücân, Hürre Hüsrev ve Bâzân adlı kişiler valilik yaptılar. Böylece Yemen’deki Sâsânî idaresi elli yıl kadar devam etti. Yemen’de Sâsânîlerin son, İslâm devletinin ilk valisi olan Bâzân, 7/629 yılında İslâmiyet’i kabul etti ve Hz. Peygamber’in bir valisi olarak bölgede görevini sürdürdü. Yemen’in doğu kesiminde yer alan Hadramut, IV. yüzyıldan itibaren Himyerî krallarının, daha sonra da İran valilerinin hakimiyetinde kalmıştır. İslâm’ın doğduğu sıralarda bölge, çeşitli reislerin hüküm sürdüğü birden fazla kabilenin idaresi altında bulunuyordu.

c) Hicaz Bölgesi

Genel bilgiler: İslâm Tarihi için Arap Yarımadası’nın en önemli bölgesi hiç şüphesiz Hicaz’dır. Zira İslâm dini bu bölgenin önemli şehirlerinden Mekke’de doğmuş, Medine’de gelişip yayılmıştır. Bölgenin bir diğer önemli şehri de Taif’tir. Bu bakımdan, Hicaz bölgesi tarihini ele alırken, Mekke, Medine ve Taif ile bunların çevresi üzerinde duracağız.

Mekke, dinî ve ticârî bir merkezdi. Burada bulunan Kâbe dinî bir merkez olma hüviyetini Hz. İbrahim zamanından itibaren İslâm’ın doğuşuna dek korumuştur. Buna ek olarak, Yemen’den başlayıp Akabe Körfezi’ne ulaşan ticaret yolu, Mekke ve Medine’den geçerek Akdeniz limanlarına bağlanmaktaydı. Ayrıca Mekke çevresinde yılın belli zamanlarında panayırlar kuruluyordu. İşte Kâbe’nin dinî bir merkez oluşu ve Hicaz’ın, Yemen – Suriye ticaret yolu üzerinde bulunması bölgenin önemini daha da artırmıştır.

Hicaz, Kuzey ve Güney Arabistan’ın aksine Bizanslılar veya Sâsânîler gibi güçlü devletlerin işgal maksatlı saldırılarına maruz kalmamıştır. Tarih boyunca çeşitli devletlerin Hicaz’a hâkim olma çabaları çok defa sonuçsuz kalmıştır. Bunda, arazinin dağlık, yollarının dar ve bölgeye asker sevkinin güç oluşunun etkisi vardır. Bunun yanında Hicaz, ekonomik yönden yabancıların iştahını kabartacak bir zenginliğe sahip değildi; herhangi bir işgalci devletin elde edeceği ganimet ve vergi geliri, orduya yapılacak masrafı bile karşılamayabilirdi. Dolayısıyla İslâm’ın doğduğu sıralarda Hicaz ve Necid, Arap Yarımadası’nın en önemli bölgeleri haline gelmiştir. Çünkü bu ikisinin dışında kalan bölgeler yabancı istilalarına maruz kalmıştı. Neticede Hicaz halkı, nesiller boyunca hürriyet havasını teneffüs etmiş, nesebine ve diline yabancı unsurlar karışmadan sâfiyetini koruyabilmiştir.

Mekke: Kureyş’ten Önce Mekke’nin İdaresi: Mekke’nin İslâm tarihinde ve Müslümanlar nazarında önemli yeri vardır. Hz. Peygamber burada doğmuş, büyümüş, evlenmiş, kendisine peygamberlik görevi verilmiş ve peygamberliğinin de on üç yılını burada geçirmiştir. Kâbe, Mescid-i Harâm, Safâ ve Merve adlı kutsal ve meşhur mekanlar burada bulunur. Haccın menâsikinden bir kısmının îfâ edildiği Arafât, Müzdelife ve Minâ, Mekke çevresindedir. Müslümanlar namazlarını Kâbe’ye yönelerek kılarlar. İslâm’ın beş şartından birisi olan hac, bizzat Mekke’ye gitmek suretiyle yerine getirilir.

Mekke’yi ilk olarak mesken edinenlerin Amâlika olduğu söylenir. Daha sonra buraya Güney Arabistan kökenli Cürhüm kabilesi yerleşmiştir. Cürhümlüler zamanında İbrahim Peygamber hanımı Hâcer ve oğlu İsmail ile birlikte Mekke vâdisine gelerek Kâbe’yi inşa etmiştir. Hz. İsmail burada büyümüş ve Cürhümlülerden bir kızla evlenmiştir. Aslen İbrânî olan Hz. İsmail, Yemen asıllı Cürhümlülerden Arapça öğrenmiştir. Onun neslinden, el-Arabü’l-Müsta’ribe, yani Araplaşmış Araplar denilen kuzey Arapları türemiştir. Hz. İbrahim zamanında hac ibadeti farz kılınmış ve Mekke güvenli belde olmuştur. Hz. İsmail vefatına kadar Kâbe’nin idaresini bizzat kendisi yürütmüş, ondan sonra oğlu Nâbit bu görevi üstlenmiştir. Nâbit’ten sonra Kâbe’nin idaresini ele geçiren Cürhümlüler aynı zamanda Mekke’ye de hakim olmuşlardır. Hz. İsmail’in torunları herhangi bir çekişme içine girmeksizin Cürhümlülerle birlikte yaşamaya devam etmişlerdir. Mekke İsmailoğullarına dar gelmeye başlayınca bir kısmı Arap Yarımadası’nın çeşitli bölgelerine dağılmışlardır.

Zaman geldi, Cürhümlüler Kâbe’ye saygısızlık yapmaya, Mekke’ye dışarıdan gelen ziyaretçilere zulmetmeye ve Kâbe’ye hediye edilen mallara el koymaya başladılar. Bu arada Yemen’den Mekke çevresine gelen ve Merru’z-Zahrân’a yerleşen Huzâa kabilesi, Bekir b. Abdümenât kabilesi ile birleşerek Cürhümlüleri Mekke’den uzaklaştırdı (207). Bu olaydan sonra Mekke’nin idaresi Huzâalıların eline geçti. Bu kabilenin Mekke idaresi iki yüzyıldan fazla devam etti. Bu dönemde çok önemli ve olumsuz bir gelişme yaşandı. Huzâa kabilesinin başkanı Amr b. Luhay, Hz. İbrahim’in tevhid inancını temelinden değiştiren puta tapıcılığın ve birçok putun Kâbe’ye yerleştirilmesinin öncülüğünü yaptı. Suriye’de Belkâ yakınlarındaki Maâb denilen yerden Mekke’ye put getirerek Kâbe’ye dikti. Çevrede putperestlik yayıldı. Hz. İbrahim’den kalma bazı inanç ve ibadet şekilleri de putperestlikle birlikte mevcudiyetini devam ettirdi.

Mekke’de Kureyş İdaresi: Kureyş kabilesi, Huzâalıların hakimiyeti boyunca Mekke çevresinde, akrabaları olan Kinâneoğullarının arasında dağınık bir şekilde yaşıyorlardı. Kureyş kabilesine adını veren Fihr b. Mâlik’in altıncı nesilden torunu olan Kusay b. Kilâb, Mekke ve Kâbe’nin yönetimini ele geçirdi. Kusay küçük yaşta iken babası vefat etmiş, annesi de Suriyeli bir adamla evlenmişti. Kusay’ın çocukluğu da Suriye’de annesinin yanında geçmişti. Hz. Peygamber’in beşinci göbekten dedesi olan Kusay, Mekke’ye döndü ve Huzâalıların başkanı olan Huleyl b. Hubşiyye’nin kızı Hubbâ ile evlendi. Bu evlilikten Abdüddâr, Abdüluzzâ, Abdükusay ve Abdümenâf adlı çocukları dünyaya geldi. Kusay, kayın babasının ölümünden sonra, Kâbe’nin anahtarlarını eline geçirmek istedi. Ancak Huzâalıların şiddetli muhalefeti ile karşılaştı. Sonunda Suriye’de bulunan ana bir kardeşi Rizâh’ın da yardımıyla, hacla ilgili görevleri elinde bulunduran Sûfelileri ve Kâbe hizmetlerini yürüten Huzâalıları yenilgiye uğrattı. Bundan sonra Mekke’de Huzâalıların idaresi sona erdi ve Kureyş’in hakimiyet dönemi başladı.

Kusay, idareyi eline alır almaz, daha önce Mekke çevresinde dağınık bir şekilde yarı göçebe hayatı yaşayan Kureyş kabilesini bir araya toplayarak Mekke’nin Harem bölgesine yerleştirdi. Kureyş kabilesinin boylarını Kâbe’nin etrafına inşa edilen evlerde iskâna tabi tuttu. Kabilesini bir araya topladığından dolayı “mücemmi’” (birleştirici) ünvanını aldı. Kendi yakın akrabalarını şehrin iç kısımlarına, uzak akrabalarını da dış kısımlarına yerleştirdi. İç kısma yerleşenlere Kureyş el-Bitâh, dış taraflara yerleşenlere Kureyş ez-Zavâhir adı verilir. Bu suretle Kureyş kabilesi göçebelikten (bedevîlik) yerleşik hayata (hadarîlik) geçmiş oluyordu. Kureyş el-Bitâh, İslâmiyetin ortaya çıktığı sıralarda başlıca şu kabilelerden oluşuyordu: Hâşim, Ümeyye, Nevfel, Muttalib, Zühre, Abdüddâr, Esed, Teym, Mahzûm, Adiy ve Sehm.

Kusay, Mekke’nin idaresi ve hac hizmetlerinde bazı yenilikler yaptı; Kâbe’nin yanına, Kureyş kabilesinin önemli işlerinin görüşüldüğü Dârunnedve’yi inşa etti. Kureyş kabilesinden her sene para toplayarak yemek hazırlamaya, hac mevsiminde hacılara, fakirlere ve yiyeceği olmayanlara Mekke’de, Mina’da ve Arafat’ta ikram etmeye başladı. Bu vazife ileride “rifâde” adıyla kurum haline gelecektir. Kusay, Kâbe avlusuna deriden bir havuz yerleştirerek şehir dışındaki kuyulardan develerle tatlı su taşımaya ve hacıların su ihtiyacını bu suretle karşılamaya başladı. Bu vazife de ileride “sikâye” adıyla kurumlaşacaktır. Ayrıca Mekke’nin çeşitli yerlerine kuyular kazdırdı. “Hicâbe” ve “sidâne” adıyla bilinen Kâbe’nin perdedarlığı, bakımı ve anahtarlarının muhafazası görevini elde etti. “Livâ” adı verilen Kureyş’in bayrağını taşıma imtiyazını üstlendi.

480 yılı civarında vefat eden Kusay, vefatından önce üzerindeki görevleri oğlu Abdüddâr’a vasiyet etti. Ancak Kusay’ın torunları arasında bu görevler yüzünden ihtilaf çıktı. Abdümenâfoğulları olan Hâşim, Abdüşems, Nevfel ve Muttalib, o sıralarda Kureyş ticaretini geliştirerek uluslararası boyutlara ulaştırmışlar, bu suretle hem çevre ülkelerin hükümdarları ve hem de Araplar nezdinde şöhret kazanmışlardı. Bu dört kardeş, Abdüddâroğullarının elinde bulunan ve Kusay’dan intikal eden Hicâbe, Rifâde, Sikâye, Livâ ve Dârunnedve’yi ele geçirmek istediler. Sonuçta Kureyş ikiye bölündü. Esed, Zühre, Hâris ve Teymoğulları, Abdümenâfoğullarını desteklediler. Bunlar birbirinden ayrılmamak ve ittifak kurdukları kabileleri yalnız bırakmamak üzere Mescid-i Harâm’da kokulu su dolu bir kazana ellerini batırıp, sonra da Kâbe’ye sürerek yemin ettiler. Bunun için kendilerine “Mutayyebûn” (koku sürülmüşler) denildi. Hz. Peygamber’in kabilesi olan Hâşimoğulları da Mutayyebûn’a dahildi.

Öte yandan Sehm, Cumah, Adiy ve Mahzûmoğulları, Abdüddâroğullarıyla ittifak kurdular. Bunlar da, birbirinden ayrılmamak ve müttefiklerini yalnız bırakmamak üzere Kâbe’nin önünde yemin ettiler. O nedenle kendilerine “Ahlâf” (müttefikler) denildi. Mutayyebûn ve Ahlâf grupları, birbirlerinin kökünü kazıyıncaya kadar savaşmaya karar verdiler. Fakat sonunda barış gerçekleşti. Buna göre Hicâbe, Livâ ve Nedve ‘nin eskiden olduğu gibi Abdüddâroğullarının elinde kalması, rifâde ve sikâyenin ise Abdümenâfoğullarına verilmesi kararlaştırıldı. Rifâde ve sikâyeyi Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim b. Abdümenâf üstlendi. Her iki taraf da yaptıkları bu antlaşmayı hiç bozmadan İslâm’ın ortaya çıkışına kadar devam ettirdiler. Kusay’ın ihdas ettiği görevlerden rifâde ve sikâye İslâm’ın doğduğu sırada Hâşimoğullarının; livâ, nedve ve hicâbe, Abdüddâroğullarının; Kusay’dan itibaren nesilden nesile intikal eden ordu komutanlığı görevi ise Ümeyyeoğullarının elinde bulunuyordu.

Kusay’ın vefatından İslâm’ın doğuşuna kadar yaklaşık bir buçuk asır kadar bir süre geçmiştir. Bu zaman zarfında Mekke’nin idaresiyle ilgili olarak yeni görevlere ihtiyaç duyulması sebebiyle Kusay’ın ihdas ettiği görevlere zamanla yenilerinin eklendiği görülmektedir. İslâm’ın doğduğu sırada Mekke’nin idaresi ile ilgili on iki kadar görev göze çarpmaktadır. Bu görevler ve görevleri yürüten kabileler şunlardır: Rifâde: Mekkelilerden para toplayıp fakir hacılara yemek vermek; bu görev Hâşimoğullarının elinde idi. Sikâye: Hacıların su ihtiyacının karşılanması; bu görev de Hâşimoğullarının elinde idi ve son olarak Abbas b. Abdülmuttalib tarafından yürütülüyordu. Nedve: Mekke’nin ve Kureyş kabilesinin önemli işlerinin görüşüldüğü Dârunnedve’deki başkanlık görevidir. Bu, Abdüddâroğullarının elinde idi ve Nedve adı verilen kurul burada toplanırdı. Nikah merasimleri burada yapılır, erkek çocuklar burada sünnet edilirdi. Ordu komutanları savaşa çıkarken sancağı buradan alırlardı. Barış zamanında sancak meclis salonunda muhafaza edilirdi. Hicâbe (Sidâne): Ka’be’nin perdedarlığı, bakımı ve anahtarının muhafazasıdır. Abdüddâroğullarından Osman b. Talha’da idi. Livâ: Kureyş’in bayrağını taşıma imtiyazıdır. Abdüddâroğullarında idi. Ukâb: Kartal veya karakuş manasına gelen Ukâb, Kureyş’in sancağı idi. Savaş sırasında ortaya çıkarılır ve onu ordu komutanı taşırdı. Eşnak: Diyetlerin ödenmesi ve zararların tespiti görevidir. Teymoğullarının elinde olan bu görevi Hz. Ebû Bekir yerine getiriyordu. Kubbe ve E’inne: Kubbe, savaş zamanında bir çadırın kurulması ve Kureyşlilerin orduyu techiz için getirdikleri savaş malzemelerini ve paraları burada toplama görevidir. E’inne ise savaşta Kureyş ordusundaki süvari birliğine kumandanlık yapmaktır. Bu ikisi Mahzumoğullarından Halid b. Velid’in uhdesinde idi. Sifâret: Kureyş’in yabancılar nezdinde temsil edilmesi. Adiy kabilesinin elinde olan bu görevi Ömer b. Hattab yürütüyordu. Eysâr: Bir işe başlamadan önce “Ezlâm” adı verilen oklarla bir çeşit kumar oynamak ve fala bakmak. Cumah’tan Safvân b. Ümeyye bu işe bakıyordu. Meşûra veya Meşveret: Kureyş kabile reislerinin bir işe karar vermeden önce bu işe bakan kimseyle istişare etmeleridir. Esed’den Yezîd b. Zem’a bu görevi yürütüyordu. Hukûme veya Emvâl-i Muhaccere: Bu görev putlara sunulmuş olan malların saklanmasıdır. Sehmoğullarından Hâris b. Kays buna bakıyordu.11

İslâm’ın doğuşundan kısa bir süre önce Mekke’de, Bizans İmparatorluğuna bağlı bir krallık kurma teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bizans İmparatoru Jüstinyen, Kureyş’in Esed kolundan olan ve Hristiyanlığı kabul eden Osman b. Huveyris’e bir taç vermiş; ayrıca eline kendisini Mekke kralı tayin ettiğini içeren bir de mektup vermişti. İmparator mektupta Mekkelilerden Osman b. Huveyris’i kral olarak tanımalarını ve kendisine vergi vermelerini istemişti. Jüstinyen’in mektubu ve tacıyla Mekke’ye gelen Osman b. Huveyris, Kureyş kabilesini toplayarak durumu iletmişti. Ancak bizzat kendi ailesinin ileri gelenleri “Mekke’nin özgürlüğe alışmış halkı kendilerinin bir kral tarafından idare edilmesine asla razı olmazlar” diyerek karşı çıkmışlardı. Dolayısıyla imparatorun isteği reddedilmişti. Çünkü bu istek kabul edilseydi, Kureyş’in, Bizansla o dönemde çekişme halinde bulunan İran’la ticârî ilişkileri tehlikeye düşebilirdi. İmparatorun isteğinin yerine getirilmemesi üzerine Bizanslılar Suriye’ye giden Kureyş tüccarını rahatsız etmeye ve hatta tutuklamaya başlamışlardır. Fakat bu baskılar da sonucu değiştirmemiştir.

Mekke’nin ve Kureyş kabilesinin siyasî tarihinde önemli yer tutan ve Hz. Muhammed (s.a.s.) yirmi yaşlarında iken meydana gelen Ficâr Savaşları ile, Hilfü’l-fudûl Antlaşması’nı Hz. Peygamber’in gençliğini işlerken ele alacağımız için burada bu iki konu üzerinde durmayacağız.

Yesrib (Medine): Hz. Peygamber buraya hicret ettikten sonra Medine adını alan Yesrib’in eski sakinleri Amâlika kavmi idi. Amâlika dağıldıktan sonra, M.Ö. VI. yüzyılın başlarında Bâbil Kralı Buhtunnasr’ın Kudüs’ü işgal edip oradaki Yahudileri Bâbil’e götürdüğü sırada kaçıp kurtulan bazı Yahudiler Hicaz bölgesine giderek Hayber, Vâdi’l-Kurâ, Fedek ve Yesrib’e yerleştiler. Hristiyanlığın Suriye’de yayılmasından sonra Romalıların sıkı takibine uğrayan Suriye ve Filistin Yahudilerinden bazıları da Hicaz’a göç ettiler. Yesrib’e yerleşenler Benî Kurayza, Benî Nadîr ve Benî Kaynukâ’ adlı Yahudi kabileleridir. Hicaz’a yerleşen Yahudiler Arap kabile geleneğini benimsediler ve Arap isimlerini aldılar. Bunlar ziraat, ticaret, kuyumculuk, demircilik, dokumacılık, silah ve zirâî alet imalatı ile meşgul oluyorlardı. Yahudiler, Araplar gibi özel mahallelerde ikamet ediyorlardı. Bu arada Yemen’de Me’rib Barajı’nın yıkılması üzerine muhtemelen II. veya III. yüzyılda kuzeye göç eden güney Araplarından Ezd kabilesinin iki kolu olan Evs ve Hazrec Yesrib’e yerleştiler. Abdüleşheloğulları Evs’in, Neccâroğulları da Hazrec’in İslâm’ın doğduğu sırada meşhur olan kollarındandır.12

Taif: Mekke’nin yaklaşık yüz yirmi kilometre güneydoğusunda bulunan Taif’te Sakîf kabilesi oturuyordu. Havası serin olduğu için Mekkelilerin sayfiye merkezi idi. Ayrıca Ebû Uhayha, Utbe ve Şeybe b. Rebîa, Abbas b. Abdülmuttalib gibi pek çok Kureyşlinin orada arazileri ve üzüm bağları vardı. Sakîf kabilesi ziraat ve ticaretle meşgul oluyordu. Taif, kuru üzüm, deri sanayi ve şarap üretimi ile meşhurdur. Bağcılığın yanında arıcılık da yapılıyordu. Başta Ebû Süfyan olmak üzere Kureyş tacirleri Taif’te üretilen malları Arap Yarımadası dışına ihraç ederlerdi.

Görüldüğü gibi İslâm’ın doğduğu sırada Hicaz’da siyâsî bir birlik ve merkezî bir otorite mevcut değildi. Sosyal düzeni sağlamada kabileler ve gruplar arasındaki güç dengesinin, kan bağına dayalı üniter yapının, gelenek ve örfün, hakemlerin, kabile meclis ve başkanlarının, şehir eşrâfının önemli yeri vardı.13

3. Sosyal ve Kültürel Durum

a) Nüfus Yapısı

Burada İslâm’ın doğduğu sırada Arap Yarımadası sâkinleri arasında yer alan Araplar, Yahudiler, İranlılar ve diğer etnik unsurlardan söz edilecektir.

Arabistan’ın asıl sakinleri Araplardır ve bunlar tarihî bakımdan iki büyük gruba ayrılırlar: Birincisi, eski devirlerde yaşamış, ancak daha sonra yok olmuş Araplardır. Âd, Semûd, Medyen ve Amâlika gibi. Bunlara “Arab-ı bâide” denir. İkincisi grup ise soyları devam eden Araplardır. Bunlara “Arab-ı bâkiye” denir ve iki kola ayrılırlar:

Arab-ı Âribe: Asıl Araplar bunlardır. Kahtânîler adı verilen bu grubun esas vatanı Yemen’dir. Bunlara Güney Arapları da denilir. Cürhüm ve Ya’rub olmak üzere önce ikiye ayrılırlar. Ya’rub’dan olan Kehlân ve Himyer’den pek çok kabile türemiştir. Meşhur Kudâa kabilesi Himyer’in, Ezd ise Kehlân’ın koludur. Belli başlı Kahtânî kabileleri şunlardır: Kudâa, Ezd, Mezhic, Hemdân, Kinde, Kelb, Uzre, Ans, Murâd, Huzâa, Cüzâm, Âlü Cefne (Gassânîler), Lahm, Tay, Eş’ar, Evs, Hazrec. Kahtanîlere mensup kabilelerin bir kısmı Me’rib Barajı’nın yıkılması başta olmak üzere değişik sebeplerle ve değişik zamanlarda anavatanlarını terkederek Arap Yarımadası’nın çeşitli bölgelerine yerleşmişlerdir. Gassânîler Suriye’ye, Lahm ve Cüzâm Hîre’ye, Huzâa Mekke’ye, Kinde, önce Bahreyn, sonra Hadramut ve daha sonra da Necid’e, Evs ve Hazrec de Medine’ye yerleşen Kahtânî kabileleridir.

Arab-ı Müsta’ribe (veya Mütearribe): Aslen Arap olmayıp, sonradan Araplaşan kabilelerdir. Bunlara, Hz. İsmail’in neslinden oldukları için İsmâîlîler; Hz. İsmail’in torunlarından Adnan’ın neslinden türedikleri için Adnânîler de denir. Mekke’ye geldiğinde, babası gibi Süryânîce veya İbrânîce konuşan Hz. İsmail, Kahtânîlerden Cürhümlü bir kadınla evlenmişti. Onun soyu, bu Cürhümlü kadınla evliliğinden türeyip Araplaştığı için Arab-ı Müsta’ribe diye anılmıştır. Dolayısıyla Hz. İsmail’in nesli anne cihetinden Araptır. Bunlara Kuzey Arapları da denir. Adnan Hz. Peygamber’in yirmi birinci göbekten atasıdır. Onun neslinden türeyen başlıca büyük kabileler şunlardır: Rebîa, Mudar, Kays-ı Aylân, Gatafân, Kinâne, Kureyş ve bunların Süleym, Hevâzin, Temîm, Esed, Hüzeyl, Sakîf, Teym, Hâşim, Ümeyye gibi alt kolları. Adnânîler, nüfusları çoğalınca Arap Yarımadası’nın çeşitli bölgelerine dağılmışlardır; Kureyş kabilesi ise Mekke’de kalmıştır. Diğer Adnânîler Tihâme, Hicaz ve Necid’de göçebe veya yarı göçebe halde yaşamaya devam etmişlerdir.

İslâm’ın ortaya çıkışından sonra çeşitli ülkeleri fetheden Arap ordularının bu memleketlerin asıl sakinleriyle karışması sonucu ortaya çıkan Araplara Arab-ı Müsta’ceme (Acemleşmiş Araplar) denilmektedir.14

Arap Yarımadası’nda, Arapların dışındaki milletlerden insanlar da yaşıyordu. Bahreyn ve Umman başta olmak üzere yarımadanın İran’a yakın olan doğu kesimleriyle Yemen’de Arapların yanısıra İranlılar da vardı. Yemen’de yarım asır (575-629) süren Sâsânî idaresi esnasında İranlıların yerli kadınlarla evlenmeleri üzerine “Ebnâ” (oğullar) adı verilen yeni bir etnik grup ortaya çıktı. Yemen’de siyâsî ve askerî gücü elinde bulunduran Ebnâ, kültür bakımından zamanla Araplaştı. San’a’da Sâsânîlerin son, İslâm’ın da ilk valisi olan Bâzân; peygamberlik iddiasında bulunan Esved el-Ansî’yi öldüren ve Hz. Ebû Bekir tarafından San’a’ya vali tayin edilen Fîrûz ed-Deylemî, Ebnâ’ya mensup meşhur kişilerdir.15

Hicaz bölgesinde de Arap olmayan topluluklar mevcuttu. Medine, Hayber, Vâdi’l-Kurâ ve Fedek’te Yahudiler oturuyordu. Arap Yarımadası’nın çeşitli yerlerinde sayıları az da olsa Habeşliler, Rumlar ve Mezopotamyalılar da bulunuyordu. Kendileri birer köle olan Bilal-i Habeşî, Suheyb er-Rûmî ve Ninovalı Addâs, Mekke’de yaşayan yabancılardan birkaçıdır.

b) Kabile Hayatı

Araplarda bedevî ve hadarî olmak üzere başlıca iki çeşit hayat tarzı mevcuttu. Çöl ve vahalarda develeriyle birlikte konar-göçer olarak çadırlarda yaşayan Araplara bedevî; köy, kasaba ve şehirlerde yerleşik hayat yaşayanlara da hadarî denir. İslâmiyetin ortaya çıktığı sıralarda Arabistan’ın bilhassa orta ve kuzey kesiminde yaşayan Adnânî ve Kahtânî kabileleri Bedevî ve Hadarî diye iki kısma ayrılıyordu. Bedevîler geçimlerini hayvancılık, avcılık, ticaret ve baskın gibi yollarla temin ederlerdi. Tarım, el işleri ve sanatları ile denizcilikten hoşlanmazlar, bunları hakir görürlerdi. Temel besin maddeleri hurma, et, süt ve süt ürünleridir. Bunun yanında zaruri ihtiyaçlarını temin için köylere ve kervanlara baskın düzenlerlerdi. Ticaret de yaparlar, ihtiyaç duydukları malzemeleri şehirlerden değiştirme usulü ile temin ederlerdi. Bazı Bedevîler gelir elde etmek için ticaret kervanlarına deve temin ederler, kılavuzluk ve muhafızlık yaparlardı. Bedevîler Arap dilini en temiz ve doğru şekilde kullanırlardı. Onun için şehirliler çocuklarını doğru Arapça öğrenmeleri için çöle gönderirlerdi.

Yerleşik hayat yaşayanlar, yani hadarîler, köy, kasaba ve şehirlerde kendilerine mahsus mahallelerde kerpiçten veya taştan yapılan evlerde otururlardı. Yemen ve çevresinde, Sâsânî ve Bizans sınırlarında krallıklar kurmuş olan Arap kabileleri ile Mekke, Medine ve Taif’te oturan kabileler hadarîdirler. Taif ve Medine gibi ziraate elverişli yerlerde oturan hadarîler geçimlerini genellikle tarımla; Mekke gibi ziraate elverişli olmayan merkezlerde ise ticaretle temin ederlerdi. Bedevîlik ve hadarîlik arasında, yarı göçebe hayatı yaşayan Araplar da vardı. Ticaret kervanlarının uğradığı konaklama yerlerinin bulunduğu vaha ve vadilerde yaşayan kabileler bunun en güzel örneğidir.16

Hayat şartlarının ve geçim kaynaklarının farklı olmasına rağmen, gerek bedevîlerde ve gerekse hadarîlerde sosyal yapının bir tek temeli vardır. O da bağları, gelenekleri ve ahlâkî değerleriyle “kabile”dir. Kabile, aynı soydan gelen şahısların oluşturduğu ve fertlerin birbirine kan, neseb yoluyla bağlandıkları topluluktur. Nesep, asabiyetin temelini teşkil ettiği için, ister bedevî ister hadarî olsun her Arap nesebini korumaya özen gösterir ve ecdadının adını ezbere bilirdi. Kabile daha çok, erkek soyundan gelen akrabalık bağına dayanır; fakat dışarıya tamamen kapalı değildir. Hilf (antlaşma, ittifak), civâr (resmî koruma teminatı) ve korumaya alma, dost kılma (velâ) yoluyla da akrabalık bağı kurulabilir. Bir kimse kabilesini terkeder veya kabilesinden kovulursa, başka bir kabile mensubunun himayesine girdiğinde veya müttefiki olduğunda yeni kabilesinin bir üyesi olurdu. Böyle birisine halîf (antlaşmalı, müttefik) denilirdi. Resmî koruma teminatı altındaki kimseye ise câr denirdi. Savaş veya baskın sonucu ele geçen veya satın alınan köle azat edilirse velâ bağı kurulur; azat edilen köle, azat eden kabilenin mevlâsı olurdu. Birçok bakımdan halîf, câr ve mevlâ kabilenin üyesi gibi muamele görürdü.

Kendisine seyyid veya şeyh denilen, bazen de emîr, rab ve melik gibi lakaplar da verilen kabile başkanı, eşit hak sahipleri arasından kabile toplantısında seçilirdi. Başkan adayında yaş, cömertlik, kahramanlık, sabır, hilim, tevazu ve etkili konuşma kabiliyeti gibi hasletler aranırdı. Onda aranan bu özellikler kabilelere göre de farklılık arzederdi. Mudar kabileleri re’ye, Rebîa cömertliğe, Yemen kabileleri ise nesebe önem verirlerdi. Kabile başkanlığı prensip itibariyle ırsî değildi; fakat eski başkanın çocukları kabiliyetleriyle temayüz ederlerse başkanlık onun ailesinde kalmaktaydı. Başkanlığın verasetle intikali durumunda makam, babadan büyük oğula geçerdi. Bazen başkanın, vefatından önce yerine geçecek kimseyi tayin ettiği de olurdu. Meselâ Hısn b. Huzeyfe b. Bedr, kendisinden sonra oğlu Uyeyne’yi veliaht tayin etmiştir. Hısn vefatından önce oğullarını çağırarak Uyeyne’ye “Benden sonra benim halifem ve kabilenin başkanısın” demiştir. Daha sonra da bunu kabilesine ilan etmiş, onlara bazı tavsiyelerde bulunmuş, birlik halinde olmalarını, savaşa hazır durumda bulunmalarını vasiyet etmiştir. Vefat eden reisin neslinin kesilmesi veya çocuklarının anlaşamaması durumunda kabile bölünmekten korkardı. Bu durumda ölen reisin çocuklarının en ehil olanını veya ona en yakın birisini seçme yoluna giderlerdi. Reis adayları arasında rekabetin önlenemediği durumlarda ise, en yakın krala başvurarak kendilerine bir reis seçmesini isterlerdi. Bedevî hayat yaşayan Maad kabileleri bu metoda başvururlar; Yemen kralına müracaat ederek reis tayinini ona bırakırlardı. Bazen kahramanlığı ve cesareti ile ünlü bir kimsenin başkanlığı ele geçirdiği de olurdu. Âmir b. Tufeyl, amcası Ebû Berâ’ın ölümü üzerine kabile başkanlığının kendisine veraset yoluyla intikal etmediğini; kendi gayret ve meziyetleriyle başkan seçildiğini bir şiirinde dile getirmiştir. Başkan seçiminde anlaşmazlık meydana gelirse kâhinlere müracaat edilerek kur’aya başvurulduğu da oluyordu. O takdirde kur’a kime çıkarsa o başkan olurdu.

Kabile başkanının görevi emretmekten çok hakemlik yapmaktı. Kimseye görev yükleyemez, ceza veremezdi; kabile toplantılarını idare eder, diğer kabilelerle ilişkilerde kabilesini temsil eder, kabile üyeleri arasında ortaya çıkan ihtilafları çözerdi. O, örfe göre hüküm verirdi. Çünkü örf, Arap Yarımadası halkının kanunu idi. Kanun ve düsturlar, atalardan kalma geleneklerdi. Örf ve âdete karşı gelmek çirkin bir davranış olarak telakki edilirdi. Gerektiğinde savaş ilan etmek, ganimetleri taksim etmek, göç sırasında çadır kurulacak yerleri belirlemek, misafirleri ağırlamak, antlaşmalar yapmak, esirleri kurtarmak şeyhin görevleri arasındaydı. Kabile bazen şeyhin adıyla ve lakabıyla anılırdı. Genel toplantılarda her ne kadar herkesten ziyade şeyh dinleniyorsa da o özel bir ayrıcalığa sahip değildi. Fakat görevleri çok ağırdı. Herkes onların savaşta canını, barışta servetlerini ortaya koymalarını isterdi. Şeyh harp zamanında komutan olurdu. Kabile başkanına danışmanlık yapan bir de meclis bulunmaktaydı.

Yerleşik hayat yaşayanların toplum yapısı da bedevîlerinki gibi kabile esasına dayanıyordu. Ancak yerleşik hayata geçmenin özelliklerinden kaynaklanan birtakım değişiklikler göze çarpmaktaydı. Meselâ Mekke’de oturan Kureyş kabilesinde şeyhlik sistemi ortadan kalkmaya yüz tutmuştu. Şeyhe yardımcı olan meclis de farklılaşmıştı. Bedevîlerdeki kabile meclisinin şehirdeki karşılığı olan “mele’” mevcut idi. Mele’ her oymaktan önde gelen bir veya iki kişinin katılımının oluşturduğu meclisti. Bu meclisin nüvesini Kureyş kabilesini bedevîlikten hadarîliğe geçiren Kusay tarafından ihdas edilmiş olan meclis teşkil etmektedir. Dolayısıyla bu, Kureyş’in kabile yapısına hadarîliğin getirdiği bir yenilikti. Mele’in yaptırım gücünden çok ahlâkî otoritesi vardı. Bu kurum, siyâsî anlamda bir parlamento ve şeyhler meclisi değil; ancak önemli işlerde ve ihtiyaç duyulduğunda görüşlerine başvurulan bir danışma meclisi idi. Etkili kararlar oybirliği ile alınan kararlardı. Mele’, çoğunlukla uzun inceleme, düşünme ve görüşmeler sonucu karar verirdi. Bu meclis, yeniliği kolay kolay kabul etmeyen tutucu insanlardan oluşuyordu. Bazen bir görüşe, etkili bir reis tek başına karşı çıkabilirdi. Kureyş’in bir bütün olarak başkanı ve Mekke’de merkezî bir otorite bulunmuyordu. Mele’in toplantı yeri Dârunnedve idi. Mele’, aile düzeyinin üzerindeki ve şehrin tamamını ilgilendiren işlere bakardı; şehrin güvenliğini ve geleceğini ilgilendiren kararlar alırdı; Kureyş’in sevkedeceği kervanın yönünü belirlerdi. Kervanlar Dârunnedve’nin önünden kalkarlar ve dönüşte burada konaklarlardı. Mekke halkının bu meclisin üyelerinin seçiminde veya tayininde rolü mevcut değildi. Peygamberliğin Mekke döneminde mele’in üyeleri Hz. Muhammed (s.a.s.)’in baş muhalifleriydi.

Dârunnedve’nin yanında, muhtemelen, Kureyş’in alt kollarının eşrâfının “nâdî” denilen toplantı yerleri de vardı. Bunların rolü Dârunnedve’den fazla idi. Boy içindeki ihtilafların çözülmesinde bunlar daha etkili idiler. Boya ait kervanların uğurlanması ve karşılanması nâdîde yapılırdı. Bir kabile reisini kabile harici bırakma (tard ve hal’) ve bir kimsenin himayeye alınması o aşiretin nâdîsinde yapılırdı. İslâm’ın doğduğu sırada bütün olarak Kureyş’ten ziyade bu kabilenin kollarının ayrı ayrı nüfuzları söz konusu idi. Kamu görevleri Kureyş’in on kolunun başkanları mesabesindeki kimseler tarafından yürütülüyordu.

Kaynaklar Medine’de, Mekke’deki gibi bir Dârunnedve’nin varlığından bahsetmemektedirler. Yani Evs ve Hazrec kabilelerinin ortak bir meclisleri yoktu. Bu iki kabile arasındaki şiddetli rekabet bu tür bir meclis oluşmasını imkansız hale getirmiştir. Taif’te ise Mekke’deki gibi bir mele’ mevcuttu. Savaş ve barışta şehrin işleri bu meclis tarafından yürütülüyordu.17

Kabile nizamının esası “asabiyet”tir. Asabiyet, bir kimsenin asabesini, yani baba tarafından akrabalarını veya genelde kabilesini, ister haklı, ister haksız olsun her zaman savunmaya hazır olmasıdır; dış tehlikelere karşı koymak veya saldırı yapmak gerektiğinde bütün kabile üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhudur. Bu ruh, kabilenin bütün fertlerini birbirine bağlayan unsurdur. Buna göre herkes tehlike anında kabilesine yardım etmekle mükellefti. Bu, belki çöl şartlarında hayatın devamı için kabile dayanışmasına fazlaca ihtiyaç duyulmasından kaynaklanıyordu. Çünkü çölde hem hayat şartlarına ve hem de düşman kabilelerden gelecek tehlikelere karşı koyabilmek için kabile dayanışmasına ihtiyaç vardı. Bedevîlerin birlikte yaşaması, birlikte savunması, birlikte saldırması gerekiyordu. “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” atasözü, kabiledaşa her durumda yardım edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Hatta onun haklı veya haksız olduğunu sorma hakkına bile sahip değildir. Bu anlayışta suçun ferdîliği esas değildi. Cahiliye döneminde söylenmiş bu atasözünü18 İslâm döneminde Hz. Peygamber de söyledi; bunun üzerine bir adam “Yâ Resûlallah! Mazluma yardım ederiz. Fakat zalime yardım nasıl olur?” diye sordu. Hz. Peygamber buna cevaben “Onu zulümden alıkoyarsın” şeklinde cevap verdi.19Şüphesiz Hz. Peygamber’in bu sözünde bahsettiği yardım edilmesi istenen kardeş din kardeşidir.20

Kabile hayatında kan davaları, düzeni sağlayacak merkezî gücün bulunmayışı nedeniyle yaygındı. Kan davalarının en büyük sebebi intikam duygusu idi. Arap kabileleri intikam konusunda son derece titiz davranırlardı. Bir adam, başka kabileye mensup birini öldürürse, öldürülenin kabilesi, katilin kabilesinden bir şahsı öldürmeden, yahut diyet almak suretiyle barış sağlanmadan huzur bulamazdı. Saldıran gruba aynıyla karşılık vermek kutsal bir görev olarak telakki ediliyordu. Saldırıya uğrayan taraf, intikam alınmadığı sürece zırh çıkarmamaya, başına koku sürmemeye, şarap içmemeye ve eşlerine yaklaşmamaya yemin ederdi. Câhiliye toplumunda kabilesinden biri öldürülen kimse, kollektif sorumluluk duygusuyla öç alınıncaya kadar kabilesi ile birlikte çarpışırdı.

Arap kabileleri arasında siyâsî, sosyal ve psikolojik sebeplerle baskın, yağma ve savaşlar eksik olmazdı. Arap kabileleri arasında meydana gelen savaşlara “Eyyâmü’l-Arab” denir. Savaşın geçtiği yere, sebebe veya sonuca göre bu savaşların her birine Yevmü Buâs, Yevmü ZûKâr ve Yevmü Ficâr gibi çeşitli isimler verilmiştir. Bu savaşlar, Adnânî kabilelerle Kahtânî kabileler arasında cereyan ettiği gibi, bu iki kola mensup kabilelerin birbiri arasında da meydana gelirdi. Eyyâmü’lArab, genellikle şahıslar veya kabileler arasında meydana gelen bir tartışma ile başlar, daha sonra savaşa dönüşür ve bütün kabilenin davası haline gelirdi. Bu savaşlarda genellikle asıl gaye intikam almaktı. Hz. Peygamber kırk yaşında iken Araplarla İranlılar arasında ZûKâr; Evs ile Hazrec arasında geçen Buâs; Kureyş ve Kinâne ile Kays-ı Aylân arasında geçen Ficâr savaşları bunların en önemlileri arasındadır. Araplar, Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb’den ibaret olan Haram aylarda savaşmazlardı; şayet savaşılırsa buna Ficâr adı verilirdi. Bu savaşlar kabileler arasında düşmanlığa, kin ve nefretin yayılmasına, insanların ölümüne, kan davalarının artmasına ve intikam duygusuna yol açardı. Bunun yanında Arap kabileleri arasındaki savaşlar Arapların kahramanlıklarının ortaya çıkmasına, Arapçanın gelişmesine, atasözlerinin söylenmesine, şiire, savaşlarla ilgili rivayetlerin anlatılmasına da vesile olmuştur. Bu bakımdan bu savaşların, Arapların siyâsî ve kültürel hayatında önemli yeri vardır.21

Kabilelerin bireyleri hürler, mevlâlar ve kölelerden oluşuyordu. Kabilenin esas üyesi olan hürler (seyyid, efendi, köle olmayan), müşterek nesebe sahip olan kimselerdi. Bunlar, eşrâf ve avam olmak üzere iki kısma ayrılıyorlardı. Zenginler, kumandanlar, şairler ve kâhinler diğerlerine göre üstün kabul ediliyordu. Ancak hak ve yaşayış bakımından ötekilerden farkları yoktu. Mekke’de Kusay soyundan olanlar, diğer hürlere karşı asılzâde sınıfı oluşturuyordu. Kureyş, Sakîf gibi bazı kabilelere mensup olmak şeref ve itibar vesilesi idi. Çünkü Kureyş kabilesi Harem bölgesinde oturmaları ve uluslararası ticaret yapmaları sayesinde hem Araplar ve hem de çevre ülkelerin idarecilerinden saygı görürlerdi. Onlara ait ticaret kervanları her tarafta serbestçe dolaşırdı.

Köleler ve cariyeler (kız köleler) panayırlarda alınıp satılır; mal gibi miras kalır; tarım, ticaret ve diğer hizmet işlerinde çalıştırılırdı. Köleliğin esas kaynağı savaşlardı; savaş esirleri çoğu zaman köleleştirilirdi. Satın almak suretiyle de köle sahibi olunurdu. Bunun dışında, karı-koca ikisi de köle ise, doğan çocuk da köle olurdu. Köle tacirleri vardı. Bunlar Habeşistan’dan getirdikleri köleleri pazarlarda satarlardı. Kureyş’in Teym kolundan Abdullah b. Cüd’ân ünlü bir köle taciriydi. Bir köle, kendi kıymetini kazanıp sahibine ödeyerek hürriyetine kavuşabilirdi.

Azat edilen kölelere mevâlî (tekili: mevlâ) denirdi. Bunlar kölelerle hürler arasında bir sınıftı. Bir köle veya cariye, sahibi tarafından azat edilirse, azat edenin mevlâsı (azatlısı) olur, onun kabilesinin bir üyesi sayılırdı. Bunlar köleler gibi alınıp satılamazlardı; fakat hürler gibi de değillerdi; evlenme ve miras konusunda hürler gibi muamele görmezlerdi. Sözgelimi mevlâ, hür bir kız veya kadınla evlenemezdi. Mevlânın diyeti hürün diyetinin yarısı idi.

c) Aile Yapısı

Kabilede en küçük birim ailedir. Aile, ya aynı ev veya çadırda oturan dede, oğullar, torunlar ve bunların çocuklarından oluşan geniş aile (âl), ya da ana-baba ve çocuklardan oluşan dar aile (ıyâl) şeklinde olurdu. Evlenme farklı şekillerde gerçekleşirdi. Nikahın dinî bir mahiyeti yoktu. Nikâh şekillerinden biri bildiğimiz tarzda olandı. Bunun yanısıra nikahsız yaşama, süreli nikah (nikâh-ı mut’a), eşleri karşılıklı değiştirme (nikâh-ı bedel), bir erkekten çocuk sahibi olmak için eşi ona sunma (nikâh-ı istibdâ’), büyük oğlun babasının ölümünden sonra üvey annesiyle evlenebilmesi (nikâh-ı makt), başlık ve mehir vermemek için kızların değiştirilmesi (nikâh-ı şığâr) gibi çeşitli nikah türleri uygulanırdı. İslâm, bugün bilinen tarzın dışındaki nikah şekillerini yasaklamıştır.

Evlatlık müessesesi mevcuttu. Evlatlık ilişkisi evliliğe engel teşkil etmekteydi. Evlatlık, evlat edinenin vârisi olurdu. Boşanma yaygındı ve boşama yetkisi erkeğe aitti. Ancak bazı kadınlar boşama hakkının kendilerine verilmesini şart koşabilirlerdi. Boşanan kadın başka biriyle evlenebilmek için bir yıl beklemek zorundaydı. Kadın ancak çocuk doğurduktan sonra aileye dahil olabilirdi. Çocuksuz kadın diyet ödemek zorunda kalırsa diyeti kocası değil kadının ailesi öderdi. Kadınlar hür ve cariye olmak üzere ikiye ayrılırdı. Cariyelerin Araplar nazarında develerden farkı yoktu. Onu da devesi gibi alıp satardı. Fakat hür kadınlar farklıydı. Bunlar erkeklere denk tutulmamakla birlikte cariyeler gibi de kabul edilmezlerdi. Genel olarak kadınlar insanî haklara layık görülmezler, miras alamazlardı. Fakat çölün zor şartlarında erkek kadar olmasa da kadının çalışmasına da ihtiyaç duyulmaktaydı. Kadın yemek yapar, çocuklara bakar, develeri sağar, yakacak toplar, çadır onarır, hurma lifinden hasır örerdi. Bundan başka savaşçılara su taşımak, onları şiirlerle cesaretlendirmek, yaralıları tedavi etmek de kadınlara aitti. Fakat bu görevler kadınlara hukuk ve şeref sağlamıyordu. Mekke, Medine, Taif gibi yerleşim merkezlerindeki kabilelerde ise eşraf kızları mevki sahibi idiler. Bazı kabile reislerinin ve ileri gelenlerinin kızları kabile içinde birçok erkekten muteber idiler. Medine’de Neccâroğullarından Selmâ bint Amr, Kureyş’ten Hatice bint Huveylid, Hind bint Utbe ve meşhur Arap şairesi Hansâ ünlü kadınlardır.

d) Bazı Âdetler ve Uygulamalar

Deve eti, hurma, kavrulmuş un ve süt Arapların başlıca yiyecek maddeleri idi. Arpa unundan yufka şeklinde ekmek pişirirlerdi. Giyim kuşamları sade idi; basit bir entari, bir kuşak ve bunun üzerine bir de abaye giyerlerdi. Zenginler entarinin üzerine kaftan giyerlerdi. Savaşlarda ordunun gerisinde kadınlar ve çocuklar da bulunur onların düşman eline esir düşmemesi için erkekler var güçleriyle savaşırlardı. Yıldızlara bakarak yol bulurlardı. Anlaşmazlıkların çözümü için hakeme veya kâhine başvururlardı. İçinden çıkamadıkları konularda kâhinlerin fikirlerini sorarlar, hastalandıklarında onların tavsiyelerine uyarlar, rüyalarını onlara yorumlatırlar, gelecekte başlarına neler geleceğini onlardan öğrenmek isterlerdi.

Araplar önemli olayları tarih başlangıcı olarak kullanmışlardır. İslâm’ın doğduğu sıralarda iki takvim başlangıcı olduğu bilinmektedir. Bunlardan biri Fil olayı (571), diğeri ise Velîd b. Muğîre’nin ölüm yılıdır(622).

Cahiliye Araplarının takvimi “Ay Takvimi” idi. Kamerî aylar; Muharrem, Safer, Rebîülevvel, Rebîülâhir, Cemâziyelevvel, Cemâziyelâhir, Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce’dir. Haram aylar da Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir. Haram aylarda yağma yapılmaz, kan dökülmez, serbestçe panayırlarda alışveriş yapılır ve hac görevi yerine getirilirdi.

Araplar arasında “Nesî” usulü uygulanmaktaydı. Buna göre yılın on iki ayı Zilhicce ile sona erdikten sonra, bu ay ile Muharrem arasına bir on üçüncü ay eklerler ve onu da helal sayarlardı. Bu defa ayların yeri kayardı. Yani Muharrem Safer’e, Safer de Rebîülevvel’e kayardı ve bu kayma da böylece devam ederdi. Nesî’ uygulamasını, başlangıçta hac mevsimini ılımlı bir aya denk getirmek için yaparlarmış. Daha sonraları da rahatça baskın ve yağma yapabilmek için uygulama alanına koymaya başlamışlardır. Çünkü peşpeşe gelen Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarında baskın yapamıyorlardı. İslâm, nesî’ uygulamasını yasaklamıştır.22

Cahiliye döneminde Araplar arasında millî birlik bulunmadığı için, kabilelerin ve şehirlerin kendi geleneklerine göre bayram ve törenleri vardı. Bununla beraber hac mevsimi, panayırların da kurulmasıyla ve bütün kabilelerin iştirakiyle bayram havasında geçerdi. Her kabilenin en az bir putu mevcuttu; bu yüzden her putun da takdis edildiği çeşitli kutlama günleri vardı. Bu günlerde ayrıca pazar ve panayırlar kurulurdu. Dinî bayramlar şiir, müzik, içki ve kadınların yer aldığı eğlencelerle kutlanırdı. Mekke yakınlarında Zâtü Envât Bayramı ünlüydü. Zâtü Envât, büyük ve yeşil bir ağaçtı. Araplar onun altına gelip kılıçlarını dallarına asarlar, çevresinde tapınır ve kurban keserlerdi. Medineliler, yılda, İranlılardan aynen aldıkları iki ünlü bayramı kutluyorlardı.

Tıbba gelince, Araplarda iki tür tedavi yöntemi vardı. Birisi kâhin ve arrâfların, diğeri de ilaçla tedavi yöntemiydi. Kâhinler hastaları okuyup üflemek, sihir yapmak, tapınaklara kurban adayıp dua etmek gibi şeylerle tedavi ettiklerine inanırlardı. Araplar ilaç olarak ot tohumları, şerbetler ve özellikle bal kullanıyorlardı. Kan alma (hacamat) da önem verilen bir yöntemdi. Ağrıyan organlar kızgın demirle dağlanırdı. Bunlar, çoğu zaman kabilenin yaşlılarından tevarüs edilen tecrübeye dayanırdı. Cahiliye döneminde ünlü doktorlar da vardı. Hâris b. Kelede tıp öğrenimini Cündişâpûr’da yapmıştı. Bu şahıs Hz. Muhammed (s.a.s.) döneminde yaşamıştır.

e) Ahlâk

Arapların Câhiliye dönemindeki çirkin davranışlarına kaynaklarda “Arapların ayıpları” (Mesâlibü’l-Arab) denilir. Bunlar kibir, câhiliye asabiyeti, gasp, içki, fuhuş, kumar, intikam arzusu, riba, hırsızlık, kan dökme, yetim malı yeme gibi şeylerdir. Şüphesiz Arapların hepsinin bu işleri yaptığı söylenemez. Onların arasında içki içmeyen, fuhşa yanaşmayan pekçok kişi de vardı. Hz. Ebû Bekir bunlardan biridir. Ancak bu âdetler toplumda yaygın durumdaydı. Kur’an-ı Kerim’de, hadîs-i şeriflerde ve sahabîlerin sözlerinde Arapların İslâm’dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını İslâmî dönemdekilerden ayırmak için câhiliye kavramı kullanılmıştır. Bilgisizlik, cehalet, zorbalık, barbarlık ve vahşet hüküm sürdüğü için o döneme bu isim verilmiştir. Câhiliyenin temel özellikleri ve o döneme damgasını vuran hususlar, bilgisizlik, şirk, putperestlik, kabile asabiyeti, zorbalık, zulüm, haksızlık, adaletten, sulh ve nizamdan yoksunluk, çapulculuk, insan haklarını çiğnemek, insanların soylarından dolayı ayıplanması veya üstün görülmesi, çocukları öldürmek, kız çocukları toprağa gömmek, vahşiyâne hareketler, kan davası, içki, kumar gibi davranışlardır. İslâm bunların tamamını yasaklamıştır.

Bunların yanında Arapların güzel davranışları da vardı. Bunlara “Arapların faziletleri” (Fezâilü’l-Arab) denilir. Bağımsızlık ve özgürlüklere düşkünlük, yiğitlik (mürüvve: kavgada cesaret, felâket ânında sabır, zayıfı korumak, güçlüğe karşı koyma), cömertlik, ahde vefâ, misafirperverlik, kendilerine sığınanları himaye etme, kanaatkârlık ve sabır bunlardandır.23

f) Edebiyat ve Yazı

Cahiliye döneminde Araplar arasında nesir pek muteber sayılmazdı. Bununla beraber, Ensâb (tekili: Neseb) ilmi ve Eyyâmü’lArab’la ilgili nesirler mevcuttu. Ayrıca meseller (kısa hikayeler), darb-ı meseller (atasözleri), ahbâr (Arapların geçmişine ait destânî-menkıbevî rivayetler) da yaygındı. Ancak şiir ve hitâbet çok gelişmişti.

Câhiliye şiiri, İslâm öncesi hayatın her safhasına ışık tutar. Savaşlar hakkındaki bilgileri, Arapların âdetlerini, iyi ve kötü huylarını o dönemin şiirlerinde bulmak mümkündür. Şiirin başlıca konuları övgü (medih), övünme (fahr), yergi (hicâ), mersiye söyleme (risâ), kahramanlık (hamâse) gibi hususlardı. Şair, mensubu bulunduğu kabilenin kâhini, rehberi, hatibi, sözcüsü ve bilginiydi. Şiiriyle bir şahsın veya bir kabilenin itibarını artırabilirdi; ancak bazen bunun aksi de olurdu. Şairlerin toplumdaki mevkii yüksek idi. Şair, kabilesini şiiriyle bir süvarinin kılıçla savunmasından daha iyi savunurdu. Olayları şiiriyle tescil eder, kabilesine diğer kabilelerin şairleri sataştığı zaman onlara cevap verirdi. Bir kabileden bir şair çıktığında diğer kabilelerden heyetler bu kabileyi kutlamaya gelirdi. Ukâz panayırında şiir yarışmaları yapılır, en çok beğenilenler ödüllendirilir ve Kâbe duvarına asılırdı. Yedi Askı (Muallakât-ı Seb’a) bu yarışmalarda derece kazanmış meşhur kasidelerdir. İmriü’l-Kays, Nâbiğa ez-Zübyânî, Lebîd b. Rebîa, Ümeyye b. Ebu’s-Salt, Züheyr b. Ebû Sülmâ, A’şâ (Meymûn b. Kays), Câhiliye döneminin meşhur şairleridir.

Araplar hitâbete büyük önem verirlerdi. Çocuklarını genç yaştan itibaren buna alıştırırlardı. O dönemde meşhur hatipler yetişmiştir. Hatibin toplum içindeki yeri şâirden hemen sonra gelirdi veya onunla aynı düzeyde kabul edilirdi. Hitâbetin başlıca konuları, şiirde olduğu gibi “övgü” ve “yergi” idi. Bir hatip kendi kabilesinin kahramanlık ve cömertlik gibi özelliklerinden birini dile getiren bir konuşma yaptığında, rakip kabilenin hatipleri ona cevap verirlerdi. Kabile hayatı ve kabileler arasındaki ilişkiler şiirde olduğu gibi hitâbete de yansımıştır. Savaşlarda yapılan intikam konuşmaları, nişan ve düğün törenlerinde yapılan konuşmalar, ara bulma ve barış çağrısı konuşmaları, elçi kabullerinde, hükümdar meclislerinde, panayırlarda ve çeşitli toplantılarda yapılan konuşmalar, tâziye konuşmaları ve vasiyetler Câhiliye dönemi hitâbetinin en güzel örnekleridir. İyâd ve Temîm kabileleri üstün hitâbeti ile tanınmışlardır. İyâd kabilesinden Kus b. Sâide, Temîm’den Eksem b. Sayfiy, Kureyş’ten Süheyl b. Amr, Hz. Peygamber’in dedelerinden Ka’b b. Lüey, Hâşim b. Abdümenâf ve Abdülmuttalib b. Hâşim meşhur hatipler arasında yer alırlar.24

Araplar önceleri, güney Arabistan’da gelişen “Müsned” adlı yazıyı kullanıyorlardı. Daha sonra bunun yerini, kuzeyde gelişen ve bugüne kadar gelen Arap yazısı almıştır. Bu yazı, kuzeydeki Nabat yazısının çeşitli safhalardan geçerek tekâmül etmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Arap yazısının bir Nabat ülkesi olan Havran’dan Enbâr ve Hîre’ye, oradan da, Dûmetülcendel üzerinden Hicaz’a geçtiği; ayrıca Hicazlıların Suriye ile olan ticârî ilişkileri dolayısıyla Havran, Petra üzerinden Hicaz’a intikal ettiği kabul edilmektedir. İslâm’ın doğduğu sırada Hicaz’da yazı biliniyordu; ancak yaygın değildi. Mekke’de çok az kişi okur-yazar durumundaydı. İslâm’dan önce Araplar arasında İbranice ve Süryânice dinî kitaplar yanında muhtemelen bunların Arapçaları ve Arapça hikmet kitapları da bulunuyordu. Ayrıca şahıslar ve kabileler arası antlaşma metinleri, köle mülkiyeti senetleri, emanlara dair vesikalar, mektuplar, mezar kitâbeleri, muallakât metinleri Arapça olarak yazılıyor ve mühürler de Arapça olarak kazınıyordu. Deri, hurma dalları, çanak çömlek kırıntıları, deve kemikleri, yumuşak beyaz taşlar, tahta levhalar ve papirus başlıca yazı malzemeleri idi. Cahiliye döneminde bilgiler, hatıralar ve edebî ürünler, kısaca Arap kültürü hafızalarda muhafaza edilerek nesilden nesile aktarılıyordu; dolayısıyla sözlü rivayet esastı; yazı hafızaya yardımcı bir vasıta idi. İslâm’ın doğuşu ile birlikte, bu dinin okuma yazmaya verdiği öneme paralel olarak yazı da gelişmiş, okur-yazar sayısında artış olmuştur.

4. Ekonomik Durum

Arabistan’ın ekonomik hayatı tabiat şartlarına, kabilelerin yaşayış tarzlarına bağlı olarak genellikle hayvancılık, tarım ve ticaret üzerine dayanmaktaydı. Hayvancılık özellikle bedevîlerin temel geçim kaynağıydı. Onlar besledikleri deve, koyun ve keçi gibi hayvanlardan çok yönlü istifade ederlerdi; etini yer, sütünü içer, yününden elbise ve çadır yapar, ihtiyacından fazlasını satarak diğer zaruri ihtiyaçlarını karşılarlardı. Bedevîlerin servetleri sahip oldukları deve ve davar sürüleriyle ölçülürdü. Tarım ve ticaretle uğraşan hadarîler de, bedevîler kadar olmamakla birlikte, kervanlar için gerekli olan deve, bunun yanında koyun ve az sayıda at ve sığır beslerlerdi. Deve, diyet ve mehir gibi hususlarda ölçü birimi idi. Arap atı da fizikî yapısının güzelliği; dayanıklılığı, zekası ve sahibine bağlılığı ile meşhurdur. Akınlarda ve savaşlarda özellikle aranırdı.

Tarım, Arabistan’ın geçim kaynakları arasında önemli bir yer işgal ediyordu. Düzenli yağış alan Yemen toprakları çok verimliydi; bundan dolayı Yemen’e yeşil toprak (el-Arzu’l-Hadrâ) denir. Bu bölgede yağmur sularından daha çok faydalanmak için barajlar yapılmıştı. Buğday üretimi ile meşhur olan Yemen’in dışında verimli ve ziraate elverişli topraklar Taif, Medine, Necid, Hayber… gibi bölgelerde bulunuyordu. Basra Körfezi bölgesindeki toprakların çoğu tarıma elverişli idi. Yemâme bölgesi, yarımadanın tahıl ambarı idi. Yerleşik hayat yaşayan kabileler içinde geçimlerini tarıma dayalı olarak sürdürenler tahıl, meyve, hurma ve sebze yetiştirirlerdi. Hicaz hurma, Taif de üzüm üretimi ile meşhurdu.

Bazı şehirlerde tarımdan başka, o zamanın standartlarına göre küçümsenemeyecek ölçüde atölye ve tesisler mevcuttu. Başlıca sanayi dalları arasında dokumacılık, demircilik, dericilik, şarap üretimi, kuyumculuk ve ıtriyatçılık (parfüm üreticiliği) sayılabilir.

Arabistan’da tarım ve hayvancılıktan daha önemli bir gelir kaynağı ise ticaret idi. Yemenliler çok eski tarihlerden beri ticaretle uğraşırlar, Hindistan ve Güney Afrika sahilleri ile Ortadoğu arasında ticârî faaliyetlerde bulunurlardı. Kuzeyde Nabatîler de tüccar idiler. I. yüzyıldan itibaren Hicaz Arapları ticarette Yemenlileri geride bıraktılar. Hicaz Arapları Yemen’den ve Habeşistan’dan aldıkları malları Suriye, Mısır ve İran’a götürerek satıyorlar; kuzeyden aldıkları malları da güneye götürüyorlardı. Tarıma elverişli olmayan Mekke’de yaşayan Kureyş kabilesi ticaretle uğraşıyordu. Kureyşliler aslında Arabistan’ın çeşitli yerlerinden hac ve umre için gelenlerin ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için de öteden beri ticari faaliyetlerde bulunuyorlardı. Bu bakımdan Mekke’nin hem dinî ve hem de ticarî bir merkez olduğunu daha önce de belirtmiştik. Mekke, Yemen’den Akdeniz’e, Basra Körfezi’ne ve Doğu Arabistan’daki bölgelere ve Cidde’ye giden ticaret yollarının kavşak noktasında bulunuyordu. Kusay b. Kilâb’ın torunları olan Hâşim, Abdüşems, Nevfel ve Muttalib; Bizans, Habeşistan, İran ve Yemen hükümdarlarıyla siyâsî ve ekonomik ilişkiler kurarak ticarî antlaşmalar yapmışlar ve Kureyş kervanlarının bu ülkelerin topraklarında rahatça seyahat etmelerini temin etmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerim’de bildirildiği gibi25 Kureyşliler, kış ve yaz mevsimlerinde olmak üzere yılda iki kez seyahat (Rihlateş’-Şitâi ve’s-Sayf) tertipliyorlardı; kervanları kışın Yemen’e, yazın da Suriye’ye sevkediyorlardı. Kureyş’in kış ve yaz seyahat sistemini ilk tertipleyen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in büyük dedesi Hâşim b. Abdümenâf’tır. O aynı zamanda Bizans İmparatoru ile ticarî antlaşma yapmıştır. Kış ve yaz ticaret yolu Yemen’deki San’a şehrinden başlayarak Taif, Mekke, Yesrib, Hayber, Hicr, Tebük, Maân, Teymâ, Mûte ve Busrâ üzerinden Şam’a ulaşırdı. Bunun dışında kuzeye doğru Kızıldeniz sahilini takip ederek Akabe Körfezi’ndeki Eyle üzerinden Akdeniz sahiline, Gazze’ye ulaşan bir yol daha vardı. Ayrıca Mekke’yi İran, Irak ve Bahreyn’e bağlayan yollar da mevcuttu. Kureyş kervanları Yemen’den parfüm, zamk, işlenmiş kereste, fildişi, kaplan postu, altın, mücevher, akik, çeşitli madenler, silah ve baharat alırlardı. Bu malların bir kısmı da Endonezya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan getiriliyordu. Malları kuzeye götüren kervanlar, dönüşte buğday, zeytin, zeytinyağı, bakliyat, ipek kumaş ve kap kacak taşırlardı. Habeşistan ve Bahreyn’den dönen kervanlar ise fildişi, mercan, inci, dokuma, altın ve gümüş getirirlerdi. İslâm’ın doğduğu sırada Kureyş’in yaz ve kış seyahatleri Hâşim ve kardeşlerinin tanzim ettiği biçimde devam ediyordu. Arabistan’da seyahat eden kervanlar sürekli yağmalanma tehlikesi ile karşı karşıya kalırken, Kureyş kervanlarına dokunulmazdı. Yol kesiciler, bilmeden Kureyş kervanlarına saldırırlarsa, onların Harem bölgesi sakinleri olan Kureyş’ten olduklarını öğrenir öğrenmez serbest bırakırlar ve mallarını iade ederlerdi. Bu hususa Kur’ân- Kerim’de işaret edilmektedir: “Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken bizim (Mekke’yi) güven içinde kutsî bir yer yaptığımızı görmediler mi”?26

Hicaz Araplarının kendilerine mahsus paraları yoktu. Para birimi olarak Dinar (Bizans’ın altın parası) ile Dirhem (İran ve Yemen’in gümüş paraları) kullanılıyordu.

Arabistan’ın çeşitli yerlerinde panayırlar kurulurdu. Bunların en meşhurları şunlardır: Dûmetülcendel, Muşakkar, Suhâr, Debâ, Mehre (Şıhr), Aden, San’a, Taif ve Nahle arasındaki Ukâz, Zülmecaz, Hayber’de Netât, Yemâme’de Hecer, Hadramut’te Râbiye, Suriye’de Ezriât ve Busrâ. Bu panayırların Önemli bir kısmı haram aylarda kurulmakla beraber, diğer aylarda kurulanlar da vardı. Panayırlar beş ile otuz gün arasında değişen farklı sürelerde faaliyetlerini sürdürürlerdi. Bu panayırlar, Arapların ekonomik hayatında olduğu kadar sosyal hayatında da önemliydi. Kabileler arası problemler burada çözülürdü. Panayırların en önemlisi, uluslararası mahiyette ve aynı zamanda edebî bir kongre olan Ukâz idi. Burada edebî sohbetler yapılır, şairler en güzel şiirlerini burada okur ve beğenilenler Kâbe duvarına asılırdı. Araplar bu panayırlar sayesinde çeşitli kabilelerin örf ve âdetleri hakkında bilgi ediniyorlardı. Görüldüğü gibi, Câhiliye döneminde siyâsî birlikten yoksun olan Arabistan’da ekonomik açıdan birlik göze çarpmaktadır.27

5. Dinî Durum

a) Yahudilik

Arabistan’a giren semâvî dinlerden en önemlisi ve eskisi Yahudiliktir. Bu din, Filistin’den Suriye-Hicaz arasındaki yerlere sığınmak zorunda kalan Yahudiler vasıtasıyla gelmiş ve Yesrib’e kadar girmiştir. Milâttan önce VI. yüzyılda Babil Kralı Buhtunnasr’ın Kudüs’ü işgal edip Yahudileri Babil’e götürdüğü sırada bunlardan bazılarının kaçarak Medine, Hayber, Vâdi’l-Kurâ ve Fedek gibi Hicaz’ın bazı kesimlerine yerleştiğini daha önce görmüştük. Roma Prensi Titus’un 70 yılında Kudüs’ü işgal etmesi ve daha sonraları da Romalılar tarafından Yahudilerin sıkı takibe uğraması üzerine bunlardan bazıları da Hicaz’daki dindaşlarının yanına göç etmişlerdir. Medine çevresi ile Yemen hâriç tutulursa, Yahudiliğin Araplar arasında pek fazla ilgi görmediği müşahede edilmektedir. Mevcut Yahudiler de Filistin kökenli idiler. Milâttan sonra II. veya III. yüzyılda Yesrib’e yerleşen Evs ve Hazrec ile Yahudiler arasında meydana gelen sürtüşmeler bu dinin bölge Arapları üzerinde pek etkili olmamasına yol açmıştır. Bununla birlikte Evs ve Hazrec’den bazı Arapların Yahudi din adamlarına gelerek bu dini kabul ettikleri de söylenmektedir. Yemen’de ise Yahudilik sınırlı da olsa yayılmıştı. Nitekim Himyerî hükümdarı Zûnüvâs’ın Yahudiliği kabul edip Hristiyanlara hücum ettiğini daha önce belirtmiştik. Yahudiliğin Araplar arasında ilgi görmemesinde, onların kendilerini Allah’ın seçilmiş halkı olarak görmelerinin rolü vardır. Çünkü Araplar, kendilerini propagandacıların altında bir seviyede kabul eden bir dine girmeye kolay kolay yanaşmazlardı. Ayrıca Yahudiler mal temin etmeye verdikleri önem kadar dinlerini yaymak için çalışmamışlardır. Bunun yanısıra o dönemde Yahudilerin vefasız, fitne çıkaran ve mal düşkünü olarak şöhret bulmaları Arapların hoşuna gitmiyordu. Yemen’de Zûnüvâs’ın Hristiyanlara yaptığı zulümler ve Medine’deki Yahudilerin Evs ve Hazrec’e karşı olumsuz tutumları da Arapları onlardan soğutmuş olmalıdır. Öte yandan Yahudiliğin birçok hükmünün bedevîlerin hayat tarzlarına uygun olmamasının da bu dinin Araplar tarafından kabul görmemesine sebep olduğu söylenebilir.28

b) Hristiyanlık

Hristiyanlık Arap Yarımadası’nın kuzey bölgesinde, özellikle Gassânîler ve Hîreliler arasında yayılmıştı. Birinciler, ikincilerden çok önce Hristiyanlaşmışlar ve Ya’kûbî mezhebini kabul etmişlerdi. Çünkü Gassânîler Bizans imparatorluğu ile sıkı ilişki içinde bulunuyorlardı. Ya’kûbîlik Suriye’deki Arap kabileleri arasında da yayılmıştır. Irak bölgesinde ise Hristiyanların çoğu Nastûrî mezhebini benimsemiş ve Hîre’de bir Hristiyan Arap topluluğu oluşmuştu. Hîre’de hüküm süren ve başlangıçta putperest olan krallık ailesi uzun süre Hristiyan misyonerlerin faaliyetlerine karşı direndi. Ancak en sonunda onlar da bu dini kabul ettiler. Hîreliler Sâsânî imparatorluğuna bağlı bir uydu devlet olmalarına rağmen İran’ın resmi dini Mecusîlik bunlar arasında rağbet görmemiştir. Hristiyanlık, Irak ve Suriye’de Gassânîler ve Hîreliler yanında Tenûh, İyâd, Lahm, Cüzâm, Tağlib ve Bekir gibi birçok Arap kabilesi arasında da geniş bir şekilde yayılmıştır.

Hristiyanlığın Yemen ve Güney Arabistan’daki durumuna gelince, bu dinin mensupları Necran’da yoğun bir şekilde bulunuyorlardı. Buraya Hristiyanlık Habeş hakimiyeti döneminde girmiştir. Bizans imparatorları da nüfuzlarını ve ticaretlerini genişletmek için Hristiyanlığı bir araç olarak kullanmışlar, bu amaçla Necran’a papaz göndermişler ve buraya Necran Kâbesi diye anılan bir de manastır yaptırmışlardır. Roma İmparatoru, 343 yılında İran aleyhine bir ittifak kurmak üzere Yemen’deki Himyerîlere bir elçilik heyeti göndermiştir. Heyet üyeleri arasında bir piskopos ile çeşitli rahipler bulunuyordu. Yahudiler aynı zamanda dinî bir amaçla gelen bu heyetin faaliyetlerine engel olmaya çalışmışlar ve bunun için çeşitli girişimlerde bulunmuşlarsa da başarılı olamamışlardır. Piskopos, üç kilisenin inşa edilmesi için Himyer kırallarından izin almıştır. Bu kiliselerden birini o dönemde Himyerîlerin başşehri Zafâr’da, diğerini Aden’de, ötekini de Basra Körfezi kenarında yaptırmıştır.29

Daha sonra ikinci Habeş hakimiyeti döneminde de başta Ebrehe olmak üzere Habeş valileri Hristiyanlığı yaymak için büyük çabalar sarfetmişlerdir. Fil Olayı bu teşebbüsleri açık bir şekilde göstermektedir. Hristiyanlık Hicaz bölgesinde Mekke, Medine ve Taif’te de, yayılmamakla birlikte, biliniyordu. Bu merkezlerde kölelerden ve hatta eşraftan Hristiyanlığı kabul eden bazı kişilere rastlanmaktadır. Ancak Hristiyanlık Orta Arabistan’daki putperestler üzerinde önemli bir etkide bulunmamıştır. Bununla beraber Yesrib’de Ebû Âmir adlı bir şahıs bu dini kabul etmiş ve Evs kabilesinden birtakım insanları da etrafına toplamıştı.

c) Mecusîlik

İslâm’ın doğduğu sırada Sâsânî imparatorluğunun resmî dini olan Mecusîlik, Araplar arasında pek itibar görmemiştir. Bu sebeple Arap Yarımadası’nda bulunan Mecusîlerin büyük çoğunluğu Bahreyn, Yemen ve Umman’da oturan İranlılardan ibaretti. Bahreyn’deki Mecusîler sayıca daha çok ve Umman’dakilere nazaran bulundukları yerde daha fazla nüfûza sahip idiler. Çünkü Bahreyn, İran topraklarına daha yakındı. Mecusîler Bahreyn’e, Basra Körfezi’nin doğu sahillerinden göç etmişlerdir. Yemen bölgesine ise Mecûsilik İranlıların Habeşlilerden sonra bu ülkeyi istilâları sırasında gelip yerleşen askerler tarafından sokulmuştur.

Mecûsilik Araplar tarafından pek fazla itibar görmemekle birlikte İranlılarla ilişki içinde bulunan bir kesimin bu dini benimsediği de kaynaklarda zikredilmektedir. Ancak bunun önemli bir sayıya ulaşmadığı kesindir. Çünkü Irak’ta Sâsânî imparatorluğuna bağlı Hîreliler bile Mecûsiliği değil, Hristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bunda Sâsânîlerin, Mecûsiliğin ulusal bir din kabul etmelerinin, bu yüzden yaymak için çalışmamalarının etkisi vardır. Ayrıca Sâsânîler dinlerini yaymaktan ziyade, siyâsî ve ekonomik hakimiyete önem vermişlerdir.

d) Sâbiîlik

Sâbiîler Kur’an-ı Kerim’de, Araplar tarafından Ehl-i kitap olarak bilinen Yahudiler ve Hristiyanlarla birlikte anılmış, bunlardan (Hz. Peygamber’den öncekiler için) Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için Rab’leri katında mükâfat bulunduğu, korkularının olmayacağı ve üzüntü çekmeyecekleri bildirilmiş;30 ayrıca Arapların yaşadığı çevrede bulunan diğer gruplarla birlikte Sâbiîler de zikredilmiş, Allah’ın kıyamet günü bunlarla ilgili hükmünü vereceği belirtilmiştir.31

Sâbiîliğin menşei Hz. İsa öncesi dönemde resmi Yahudilik anlayışına karşı çıkan Nasuraizm akımına kadar uzanır. Bu hareket içinde yer alan ilk Sâbiîler daha sonra Hz. Yahya’nın vaftizci cemaati ile ilişki içinde olmuşlar ve Yahya’nın öldürülmesinden sonra Yahudilerin baskısına maruz kalmışlardır. M. I. yüzyılda anavatanları Filistin-Ürdün bölgesinden bu baskılar nedeniyle önce Kuzeydoğu Mezopotamya’da yer alan Musul civarındaki dağlık Medye bölgesine, daha sonra da buradan büyük oranda, muhtemelen m. II. yüzyılda Güney Mezopotamya’ya gelip yerleşmişler, bölgede mabetler inşa etmişlerdir. Araplar bunları Sâbiîler olarak adlandırmışlardır. Bölge VII. yüzyılda Müslümanlar tarafından fethedilmiş ve Sâbiîler Ehl-i kitap muamelesine tâbi tutulmuşlardır.

Sâbiîler Yüce varlık inancı (hayat kültü), Yaratıcı Güç, gnostik düalizm gibi temel inanç esaslarına sahiptirler. Kutsal metinleri vardır. Kendilerine özgü dua, vaftiz, oruç, kurban kesme, kutsal günler, bayramlar ve kendine has işlevleri olan mabetleri vardır. Sarhoşluk veren alkollü maddelerin içilmesini haram, heykel ve suretlere tapınmayı büyük günah kabul ederler. Sâbiîler dinlerinin Hz. Âdem’le başladığını iddia ederler. Onların literatürüne göre Sâbiîlikte mevcut olan vaftiz, âyin yemekleri ve ibadetlerin protatipleri Âdem’e, yaratıldığında öğretilmiş, uygulaması yaptırılmıştır. Sâbiîler kutsal kitaplarında Hz. Yahya’ya büyük önem verir, onu ışık peygamberi ve gerçek peygamber olarak tavsif ederler. Ahir zaman ve ahiret inancına sahiptirler. Kur’an-ı Kerim’de işaret edilen Sâbiîler bunlar olmalıdır. Bu, ilk dönem İslâm bilginlerinin Sâbiîleri tavsif etmesine uygun düşmektedir. Bu bilginler Sâbiîlerle ilişkili olarak yıldız-gezegen kültünden, ya da putperestlikten bahsetmemektedirler.32

Diğer yandan Araplar, kavminin dinini terkedip başka bir dine giren kimseye de Sâbiî derlerdi. Bu ikinci anlamda olmak üzere Mekkeliler Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ve ilk Müslümanlara da Sâbiî demişlerdi.

Öte yandan Abbâsîler döneminde yaygınlaşan kanaate göre, özellikle Harran putperestleri Sâbiîler olarak tanımlanmış, onların eski Asur-Babil geleneğinin devamı olarak sürdürdükleri yıldız-gezegen kültüne dayalı putperestliği Sâbiîliğin önemli karakteristiği olarak belirtilmiştir. Halbuki Harran putperestleri, Sâbiîliği geç bir dönemde, muhtemelen Abbâsîler döneminde zimmî statüsünü sürdürebilmek amacıyla almışlardır.

Yıldızlara-gezegenlere tapınma Harran, Yemen ve Irak’ın yukarı kesimlerinde mevcuttu. Güney Arabistan’da ay, güneş ve zühre yıldızından oluşan üçlü tanrılar sistemi mevcuttu. Burada ay, baba tanrı; güneş ana tanrıça; zühre de oğul tanrı sayılıyordu. Ay tanrının bir adı Almakah, diğer adı da Vedd idi. Almakah için tapınaklar da kurulmuştu. Ay bütün tanrıların en büyüğü kabul edilirdi. Bu üç gök cisminin oluşturduğu tanrılar sisteminin Bâbil kaynaklı olduğu bilinmektedir.

Câhiliye Dönemi Araplarında güneşe tapanlar da vardı. Güneş, güney Araplarında dişi, Tedmürlülerde ise erkek tanrı olarak kabul edilirdi. Meşhur putlardan Lât, Menât ve Uzzâ, güneşi temsil eden tanrılar olarak kabul edilirdi. Güneşin kutsal kabul edilmesi ve tanrı olarak algılanması dolayısıyla, İslâm’dan önce Abdüşems (güneşin kulu) adı yaygın olarak kullanılmaktaydı. Abdüşems adı Sebelilerde olduğu gibi, Kureyş kabilesi arasında da kullanılıyordu. Ay, güneş ve zührenin dışında daha başka yıldızların da kutsal sayıldığı görülmektedir. Lahm, Himyer ve Kureyş kabileleri tarafından şi’râ yıldızı (Sirius) takdis ediliyordu. Kur’ân-ı Kerim’de33 bu yıldıza işaret edilerek “Doğrusu, şi’râ yıldızının Rabbi O (Allah)’dur” buyrulur. Bu yıldıza ilk tapanın ve bu suretle Kureyş kabilesinin putperestlik anlayışına muhalefet eden kişinin Ebû Kebşe adlı bir Huzâalı olduğu söylenir. Güneşe tapanlar, güneşi temsil eden putun bulunduğu tapınakta güneşin doğuşu, zevâli ve batışı sırasında günde üç vakit dua ederlerdi. Bu üç vakit, güneşe tapanlara muhalefet için İslâm’da kerahet vakti kabul edilmiştir.

e) Putperestlik

Hiç şüphe yok ki, kuzey Arapları, yani Hz. İsmail ve nesli, başlangıçta tevhid inancına sahiptiler. Kâbe, tevhid inancının simgesi idi. Putperestlik onlar arasına dışarıdan sokulmuş ve daha sonra Allah’a şirk koşmayı âdet haline getirmişlerdir. Zamanla esnâm (tekili: sanem), evsân (tekil: vesen) ve ensâb (tekili: nasb) denilen putlara, heykellere ve dikili taşlara tapmaya başlamışlardır. Putperestliğin doğal sonucu olarak put evleri şeklinde çok sayıda tapınak yapılmıştır. Tapınaklara genellikle ev (beyt) denilir, küp şeklinde olanlara da kâbe adı verilirdi. Bunun dışında herkes bir tapınak sahibi olmak ister, buna gücü yetmeyenler Kâbe’nin veya diğer tapınaklardan birinin önünde hoşuna giden bir taş diker ve bu taşın etrafında tapınağı tavaf eder gibi dönerlerdi. Bedevîler çadırdan tapınak yaparlardı. Ayrıca her aile bir put edinip evine koyarak ona tapardı. Ev halkından birisi bir yolculuğa çıkacağı zaman elini ve yüzünü bu puta sürerdi. Bu, onun yola çıkmadan önce en son yaptığı iş olurdu. Yolculuktan döndüğü zaman da yine o puta elini yüzünü sürer, bu da o kişinin yolculuktan döndükten sonra ailesini görmeden yaptığı ilk iş olurdu.34 Dolayısıyla her ev bir tapınak gibiydi. Bunun dışında kabilelerin ortak olarak kullandıkları tapınaklar da vardı.

Put evleri şeklindeki tapınaklara gelince; Himyerîlerin San’a’da Riyâm, Tay kabilesinin Fels, Rebîa b. Ka’b kabilesinin de Rudâ’ adlı tapınakları vardı. Kûfe ile Basra arasındaki Zahr bölgesindeki Sindâd’da bulunan Zülkaabât adlı tapınak Bekir b. Vâil ile İyâd kabilelerinin idi. Zülhalasa, Mekke’nin güneyinde Yemen yolu üzerinde Taif’e 120 km. kadar uzaklıkta yer alan Tebâle’de bulunuyordu. Üzerine bir çeşit taç oyulmuş beyaz bir taş olan bu tapınak Devs, Has’am ve Becîle kabilelerinin putu idi.

Taif şehrinde oturan Sakîf kabilesinin “Lât” adlı putu vardı. Sakîfliler Lât için bir de tapınak yapmışlardı. Bu tapınağı Kâbe’ye rakip görürlerdi. “Uzzâ” adlı puta Kureyş ve Kinâne kabileleri tapardı. Bu put Mekke dışında Batn-ı Nahle denilen yerde bulunuyordu. Medine’deki Evs ve Hazrec ile çevresindeki bazı müşrik kabilelerin putu olan Menât, Kızıldeniz kenarında el-Müşellel’de, Kudeyd adlı yerde idi. Kur’an-ı Kerim’de bu putların adları şu âyetlerde geçmektedir: “Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’ı”?35 Araplar tapınakları takdis ederler, onların yanında kurban keserlerdi. Ancak bütün bu tapınaklar, Kâbe’nin itibar görmesini asla engelleyememişti.

Kâbe’de 360 put vardı. Bunların en büyüğü ve önemlisi Hübel’di. Bu, aslen Kuzey Arabistan tanrılarından olduğu halde, daha sonra Mekke’ye getirilmiştir. Hübel’in Mekke’ye Huzâalı Amr b. Luhay veya Huzeyme b. Müdrike tarafından getirildiği söylenmektedir. Esasında puta tapma âdetini de Hicaz’a Suriye’den Amr b. Luhay getirmiştir. Amr yakalandığı bir hastalıktan kurtulmak için Belkâ denilen yere giderek orada bir su pınarında yıkanmıştır. Burada insanların bir takım putlara taptığını görmüş, bunlara niçin taptıklarını sorunca onlar “Bunlara taparız, yağmur istesek yağdırırlar, yardım istersek yardım ederler” demişlerdir. Amr, onlardan aldıkları putlardan birkaç tanesini getirip Kâbe’nin yanına dikmiştir. Hübel adlı putun kırmızı akikten insan suretinde yapılmış olduğu, sağ elinin kırılması üzerine Kureyş’in ona altından bir el taktırıp taptığı rivayet edilir.36 Daha sonra Kusay Hübel’i Kâbe’nin içine yerleştirmiştir. Kureyşliler Amr b. Luhay’ı taklit ederek edindikleri putları Kâbe’nin çevresine yerleştirmeye ve bu putların önünde fal okları çekmeye başlamışlardır. Hübel’in önünde yedi adet fal oku vardı. Araplar yolculuğa çıkmak, ticaret yapmak, evlenmek, nesebi şüpheli bir çocuğun babasını belirlemek, diyet ödetmek, su kuyusu açmak gibi işleri yapmak istediklerinde bu fal oklarını çekerler, ona göre hareket ederlerdi.37

Arap Yarımadası’nın diğer yerlerindeki kabileler de taş, ağaç ve madenden yaptıkları çeşitli putları bölgelerine ve evlerine dikmeye başlamışlardır. Kureyş mensupları hac için Kâbe’yi ziyarete gelen kabilelerden istifade etmek ve ilgilerini çekmek amacıyla başka kabilelerin putlarını da Kâbe’nin çevresine dikiyorlardı. Ayrıca Safâ’da bulunan İsâf ile Merve’de bulunan Nâile, Kâbe çevresinde yer alan diğer putlardı. Müşrikler bunların yanında kurban keserlerdi.

Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin Vedd, Süvâ’, Yeğûs, Yeûk ve Nesr adlı putlarından bahsedilmektedir: “İnsanlara:’Sakın tanrılarınızı bırakmayın. Vedd, Süvâ’, Yeğûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler”.38 Âyet-i kerîmede adı geçen Vedd: Kelb kabilesinin putu idi. Dûmetülcendel’de bulunuyordu. Süvâ’: Kadın şeklindeydi. Hüzeyl kabilesinin putuydu. Yeğûs: Aslan görünümünde idi. Yemen’deki Mezhic ve Cüreş kabileleri buna taparlardı. Yeûk: At şeklinde idi. San’a’ya Mekke yönünde iki gecelik mesafede bulunan Hayvân adlı bir köyde bulunuyordu. Nesr: Himyerîlerin Yahudiliği kabul etmeden önce taptıkları put idi. Bu put, Hicaz’ın bazı bölgelerinde de tanınmakta idi. Arabistan’da bunlardan başka çok sayıda put bulunuyordu.

Arapların bazıları cinleri yeryüzünde oturan ilahlar olarak kabul ederler, cinlere taparlardı;39 meydana gelen pekçok olayı onların yaptığına inanırlardı. Allah’la cinler arasında akrabalık bağı olduğunu ileri sürerler,40 cinleri Allah’a ortak koşarlardı.41 Tabiat olaylarında ortaya çıkan ses ve gürültülerin cinlerin çeşitli şekillere girmeleriyle oluştuğuna inanıyorlardı. Sonunda bunların zamanla putları mekan edindiklerine inanmaya başlamışlardı. Allah’ın meleklerden çocuk edindiğine inananlar vardı. Allah Teâlâ onların bu düşüncelerine ret mahiyetinde şöyle buyurur: “Rahman çocuk edindi” dediler. Hâşâ; hayır; melekler şerefli kılınmış kullardır”.42

Aslında putperestliğin yayılmasından sonra da Araplar diğer tanrı ve putların yanında Allah’ı tanıyorlar, O’na putlara tanıdıklarından daha üstün sıfatlar veriyorlar, O’nun adına yemin ediyorlardı. Müşrikler, putlardan ayrı olarak kendilerini, gökleri ve yeri yaratanın Allah olduğunu biliyorlardı. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa işaret eden pek çok âyeti kerime vardır. Bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Andolsun ki, onlara ‘Gökleri ve yeri yaratan kimdir?’ diye sorsan ‘Allah’tır’ derler”.43 Yağmur yağdıran ve onunla toprağı canlandıranın Allah olduğuna inanıyorlardı. Bir âyet-i kerîmede “Andolsun ki, onlara ‘Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?’ diye sorsan şüphesiz ‘Allah’tır’ derler.”44 buyrulur. Yeminlerini Allah adına yaparlar, meleklerin Allah’ın kızı olduğuna inanırlar, O’na oğullar ve kızlar isnat ederlerdi. Ancak müşrikler putların kendileri için Allah’a birer şefaatçi olduğunu düşünürler ve onlara kendilerini Allah’a yaklaştırmaları için taparlardı. Bununla ilgili olarak Kur’an’da şöyle buyrulur: “O’nu bırakıp da putlardan dost edinenler ‘onlara, bizi Allah’a yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz’ derler…”.45

Cahiliye döneminin başlıca tapınma şekillerine gelince, müşrikler put evlerinde dua, secde ve tavaf ederler, adakta bulunurlar, kurban keserler, sadaka verirlerdi. Bu tür ibadetlerin başlıca gayeleri ise sağlık, afiyet, servet kazanmak, savaşlarda zafer elde etmek, erkek çocuk sahibi olmak için putların ilgi, yardım ve şefaatine nâil olmaktı. Görüldüğü gibi putlara karşı bu tapınmalar ve saygılar dünyevî maksatlara yönelikti. Çünkü müşrikler ahirete inanmazlardı; yeniden dirilmeyi “eskilerin masalları” sayarlardı. Bu yaygın inkara rağmen sayıları az da olsa ahirete inanan kimseler vardı.

Araplar arasında putlara saygısızlık edenler de olurdu. Onlar dünyevî menfaat için bunlara taptıklarından ve putların huzurunda fal oklarıyla çektikleri kur’anın bazen kendi istekleri doğrultusunda çıkmasını istediklerinden, arzuları gerçekleşmediği takdirde kızarlar ve putlara hakaret ederlerdi. Kaynaklarda bu hususta pek çok örnek vardır. Tebâle’de bulunan Zülhalasa tapınağına öc alma isteğinde bulunan bir adam gelip fal oku çektirir. Çıkan okta öç alması yasaklanır. Kur’a üç defa tekrar edilmesine rağmen aynı sonuç çıkar. Adam hiddetlenerek okları eline alıp kaya şeklindeki putun üstüne fırlatır ve şöyle haykırır: “Senin baban öldürülseydi, öcünü almaktan beni alıkoymazdın”.46

Hz. İbrahim’den intikal eden bazı ibadet ve gelenekler yerine getirilmeye devam ediliyordu. Bu durumda bile Araplar putperestlikten kurtulamazlardı; kabileler kendi putlarının önünde saygıyla durmaktan ve dua etmekten kendilerini alamazlardı. Mesela Yesribli hacılar Kâbe’yi tavaf edip, Arafat’ta vakfe yaptıktan ve Mina’daki görevlerini de ifa ettikten sonra Menât’a gider, onun yanında tıraş olur ve ta’zimde bulunurlardı.47

f) Hanîflik

Cahiliye döneminde Allah’ın birliğine inanan, putperestliği reddeden ve Kureyş’in yanlış âdet ve inançlarına karşı çıkan bazı kimseler vardı. Bunlara Hanîf (çoğulu hünefâ, ahnâf) denilmektedir. Tevhit inancına sahip olan Hanifler Hz. İbrahim’in dinini yaşatmaya çalışırlar, Yahudilik ve Hristiyanlıktan uzak kalırlar, putperestlikle mücadele ederlerdi. Bunlar okur-yazar kişilerdi. Bir kısmı İbrânîce ve Süryânîce gibi dilleri bilirdi. Bunlardan bir kısmının Hz. İbrahim dinine en yakın din kabul ettikleri Hristiyanlığı benimsedikleri görülmektedir.

Hanîfler topluca bir birlik oluşturamadıkları gibi müşterek bir ibadetleri de yoktu. Bireysel olarak dinî hayat yaşayan zahid kimselerdi. Kaynaklarda Hanîf olarak adlandırılan bir kaç kişinin isminden bahsedilmektedir. Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Huveyris ve Zeyd b. Amr bu dönemin önde gelen Haniflerindendir. Bunlar bir defasında bir araya gelerek putperestliğin bâtıl olduğunu, dedeleri İbrahim’in dininin tevhit esasına dayandığı kanaatinde birleşmişler ve bu dinin esaslarını tesbit etmek üzere çeşitli ülkelere dağılmışlardı. Varaka b. Nevfel, Şam’a giderek Hristiyanlığı benimsemiş, Tevrat ve İncil’i öğrenmiştir. Ubeydullah b. Cahş tereddüt içinde kalmıştır. Osman b. Huveyris Bizans imparatorunun yanına giderek Hristiyanlığı benimsemiş ve orada kalmıştır. Zeyd b. Amr ise ne Hristiyanlığı ve ne de Yahudiliği benimsemiştir. O, putlara tapmaz, putlar adına kesilen kurban etinden yemezdi; kız çocukların toprağa gömülmesine karşı çıkardı. Şiirlerinde hep Allah’ın birliği konusunu işlerdi. Arabistan’da bu dört kişiden başka, Allah’ın bir olduğuna ve ahirete inanan başka Hanîfler vardı. Güçlü bir hatip olan Kus b. Sâide ve Taifli şair Ümeyye b. Ebu’s-Salt bunlar arasında yer almaktadır.48

KAYNAKÇA:

1. Bekrî, Mu’cem Me’sta’cem, tah. Mustafa es-Sakkâ, Beyrut 1983, I, 5-16; Philip Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslam Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1995, I, 51 vd.; Kudret Büyükcoşkun, “Arabistan”, DİA, III, 248-252.
2. Corci Zeydan, el-Arab Kable’l-İslam, tah. Hüseyin Mu’nis, Kahire ts. , 81-97; E. Honigman, “Nabatîler”, İA, IX, 1-3; Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ankara 1971, s. 40 vd.; Hitti, I, 105-112.
3. Corci Zeydan, el-Arab, s. 98-108; Fr. Buhl, “Tedmür”, İA, XII/1, 113; Hitti, I, 113-118.
4. Corci Zeydan, el-Arab, s. 207-220; J. Schleifer, “Gassânîler”, İA, IV, 718 vd.; Hitti, I, 118-125; Mustafa Fayda, “Cebele b. Eyhem”, DİA, VII, 184-185; Ahmet Ağırakça, “Gassânîler”, DİA, XII, 397-398.
5. Corci Zeydan, el-Arab, s.221-241; Fr. Buhl, “Hîre”, İA, V/1, 536-537; Hitti, I, 123- 128; Hüseyin Ali ed-Dakûkî, “Hîre”, DİA, XVIII, 123-124.
6. Corci Zeydan, el-Arab, s. 130-135; Çağatay, s.10-13.
7. Corci Zeydan, el-Arab, s. 136-140; Çağatay, s.14-17.
8. Bürûc Sûresi 4-8.
9. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, tah. Mustafa es-Sakkâ, Kahire 1955, I, 35-72; Corci Zeydan, s. 141-151; Cevad Ali, el-Mufassal fî Târîhi’l-Arab Kable’l-İslâm, Bağdad 1993, II, 510-599; Çağatay, s. 17 vd.; Hüseyin Algül, “Himyerîler”, DİA, XVIII, 62-63.
10. Fîl Sûresi 1-5.
11. 11 Ezrakî, Ahbâru Mekke, Mekke, 1352, 1357; İbn Habîb, el-Munammak fî Ahbâri Kureyş, tah. Hurşid Ahmed Fârık, Haydarâbâd 1964; Corci Zeydan, el-Arab, s. 275-280; Cevad Ali, IV, 5-127; W. M. Watt, “Kuraysh”, Eİ2, V, 434-435; Mustafa Fayda, Halid b. Velid, İstanbul 1990,s. 21 vd.; İbrahim Sarıçam, Emevî-Hâşimî İlişkileri, Ankara 1997, s. 33-68.
12. Cevad Ali, IV, 128-142.
13. Cevad Ali, IV, 142-157.
14. Şemseddin Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, sad. M. Mahfuz Söylemez-Mustafa Hizmetli, Ankara 1997, s.35 vd.; Hakkı Dursun Yıldız, “Arap”, DİA, III, 273; Ebû Şühbe, es-Sîretü’n-Nebeviyye fî Davi’l-Kur’âni ve’s-Sünne, Beyrut 1988, I, 47-48.
15. Mustafa Fayda, “Ebnâ” DİA, X, 78-79.
16. İbn Haldun, Kitâbü’l-İber, Beyrut 1979, I, 101 vd.; Cevad Ali, IV, 271 vd.; Mustafa Fayda, “Bedevî”, DİA, V, 311-316.
17. Cevad Ali, IV, 343 vd.; V, 108 vd.; İbrahim Sarıçam, “İslam’ın Doğuşunun Tarihî Şartları”, İslam ve Demokrasi, Ankara 1998, s. 14.
18. Meydânî, Mecmaü’l-Emsâl, tah. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrahim, Kahire 1978-1979, III, 373-375.
19. Buhârî, Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul 1981, VIII, 59; Meydânî, III, 375.
20. Cevad Ali, IV, 392-398; Ahmed Ateş, “Asabiyet”, İA, I, 663; Mustafa Çağrıcı, “Asabiyet”, DİA, I, 453-454.
21. Cevad Ali, IV, 341-387; Bicâvî ve ark. , Eyyâmü’l -Arab fi’l-Câhiliyye, Mısır ts. çeşitli yerler; Mehmet Ali Kapar, “Eyyâmü’l-Arab”, DİA, XII, 14-16.
22. Tevbe Sûresi 37; İbn Hişâm, II, 604.
23. İbn Habîb, el-Muhabber, s. 237; Ebû Şühbe, I, 94-97.
24. İbn Kuteybe, eş-Şi’r ve’ş-Şuarâ, tah. Müfîd Kumeyha ve Nuaym Zarzûr, Beyrut 1985; Corci Zeydan, Târîhu Adâbi’l-Luga el-Arabiyye, Kahire 1936, I, 156-157; Tâhâ Hüseyin, Fi’l-Edebi’l-Câhilî, Kahire 1927, s. 366-371; Ahmet Zeki Safvet, Cemheretü Hutabi’l-Arab, I, Kahire 1962; Şevki Dayf, Târîhu’l-Edebi’l-Arabî, I, Kahire ts.; Hüseyin Elmalı, “Hitâbet”(Arap Edebiyatı), DİA, XVIII, 158.
25. Kureyş Sûresi 1-5.
26. Ankebût Sûresi 67.
27. Hamidullah, “el-Îlâf veya İslam’dan önce Mekke’nin İktisâdî-Diplomatik Münasebetleri”, çev. İsmail Cerrahoğlu, A. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, IX, Ankara 1961, s. 213-222; Abdülkerim Özaydın, “Arap”, DİA, III, 322-324; Ebû Şühbe, I, 98-102.
28. Günaltay, s. 86-89
29. Günaltay, s. 89-94.
30. Bakara Sûresi 62; Mâide Sûresi 69
31. Hac Sûresi 17
32. Sâbiîler için bk. Şinasi Gündüz, Sâbiîler-Son Gnostikler- Ankara 1999.
33. Necm Sûresi 49.
34. İbnü’l-Kelbî, Putlar Kitabı, çev. Beyza Düşüngen, Ankara 1969, s. 39.
35. Necm Sûresi 19-20.
36. İbnü’l-Kelbî, s. 27-28, 36.
37. Ömer Faruk Harman, “Hübel”, DİA, XVIII, 445.
38.Nuh Sûresi 23.
39. Sebe’ Sûresi 41.
40. Sâffât Sûresi 158.
41. En’âm Sûresi 100.
42. Enbiyâ Sûresi 26.
43. Zümer Sûresi 38.
44. Ankebût Sûresi 63.
45. Zümer Sûresi 3.
46. İbnü’l-Kelbî, s. 40.
47. Ebû Şühbe, I, 70-78.
48. İbn Habîb, el-Muhabber, s. 171-172; Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb ve Meâdinü’l-Cevher, tah. Muhammed M. Abdülhamid, Kahire 1964, I, 69-75; Alûsî, Bülûğu’l-Ereb, Beyrut ts. II, 244-282; Cevad Ali, VI, 449 vd.; Günaltay, s. 79-83; Çağatay, s. 158-169; Şaban Kuzgun, İslam Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Haniflik, Ankara 1985; a. mlf., “Hanîf”, DİA, XVI, 33-39; Mustafa Çağrıcı, “Arap”, DİA, III, 316-321.

(Diyanet Haber)

Başa dön tuşu